11 Eylül Dünyası ve Amerika

11 Eylül Dünyası ve Amerika
20 yıl önce dün, Kuzey Amerika’daki havalimanı kontrol kuleleri, sabahın erken saatlerinde pilotlara havanın “fazlasıyla açık” olduğunu, yani hemen her tarafın göz alabildiğine “görünür” olduğunu söylüyorlardı....

20 yıl önce dün, Kuzey Amerika’daki havalimanı kontrol kuleleri, sabahın erken saatlerinde pilotlara havanın “fazlasıyla açık” olduğunu, yani hemen her tarafın göz alabildiğine “görünür” olduğunu söylüyorlardı. Sadece pilotların önündeki ufuk açık değildi. Milenyuma Soğuk Savaş’ın galibi, “tek kutuplu” bir dünya düzeninin lideri, zamanı ve mekânı derin bir dönüşüme zorlayan telekomünikasyon devriminin sahibi ve küreselleşmenin hâmisi olarak giren Washington da jeopolitik ve ekonomik ufkunun “fazlasıyla açık” olduğunu düşünüyordu. Sonbaharın, özellikle Kuzey Amerika’daki muhteşem renk resitalinin etkileyici olmakla birlikte kışın da habercisi olduğuna dair ekonomi-politik ve jeopolitik okumalara kulak kesilmeksizin 90’ları “tarihin sonu” tezlerinin şehveti ve “küresel ekonomik liberal düzenin” zafer sarhoşluğu içerisinde geçiren Amerika’nın, ufkunun fazlasıyla açık olduğuna mutmain olması kaçınılmazdı. Salı sabahı 8:46’da Dünya Ticaret Merkezi’nin kuzey gökdeleninin 93 ila 99’uncu katları arasına ilk uçak girdiğinde Amerika’nın milenyum sarhoşluğu sona ermişti. 10:28’de, en son, ilk vurulan Kuzey Kule çöktüğünde, Dünya Ticaret Merkezi’nin iki gökdeleni yıkılmış, Amerikan imparatorluğunun kalesi kabul edilen Pentagon vurulmuş ve Beyaz Saray’ı hedef alacağı farz edilen son uçak Pennsylvania’da şüpheli bir şekilde düşmüştü. Amerika’nın ufku 102 dakika içerisinde “fazlasıyla kapalı” hale gelmişti.

11 Eylül her yönüyle Amerikan korkularını ve üzerine bina edilen siyasal teolojisini, toplumsal muhayyilesini ve ‘ben’ bilincini teyit eden bir eylemdi. Amerika(lılar) şok oldukları ve dehşete düştükleri kadar paranoyalarının teyit edilmesinin de garip tahkimatının getirdiği karışık duygular içerisindeydiler. Defalarca Hollywood’un simülasyonunu yaptığı, 1993’te fiilen bombalanan Dünya Ticaret Merkezi sürreel bir saldırıyla tam da Amerikalının aşina olduğu bir sinematografik sahne eşliğinde yıkılmıştı

Korkular ve intikam arasında Amerika

Ortaya çıkan Amerikan korkularını bastırması beklenen tecrübeli Beyaz Saray yönetimi ise ardı ardına panik tepkiler verdi. Eski CIA ve ABD başkanın oğlu Bush’un ulusal güvenlik ve dış politika ekibi Amerika’nın yakın tarihinin savaş yaşamış en tecrübeli ve devlet umuru görmüş isimlerinden oluşmaktaydı. Bu kadronun soğukkanlı bir şekilde davranması beklenirken tam aksi bir manzara ortaya çıktı. Zira ideolojik körlüğe varacak derecede hemfikir olan bu ekip alternatif herhangi bir planı dinlemek yerine hızla Amerikan paranoyasının peşine takıldı. 11 Eylül saldırılarının üzerinden saatler geçmişken sıkletine uygun olmadığını düşündükleri Afganistan’a saldırı kanaatini şekillendiren Amerikan yönetiminin o akşamki toplantısında Savunma Bakanı Rumsfeld “büyük ve güçlü olduğumuzu ve bu tür saldırılarla itilip kakılmadığımızı kanıtlamak için başka bir şeyi bombalamamız gerekiyor” diyerek, dünya ABD’nin Afganistan planından henüz habersizken bir sonraki hedefi gündeme almıştı bile. 20 yıldır Amerika’nın kapanan ufkunun maliyetini başta bölgemiz olmak üzere bütün dünya ödemek zorunda kaldı.

11 Eylül sonrası Amerika’nın “istisnadan aleladeliğe” geçiş süreci Washington’da ağır siyasal ve toplumsal sancılara, dünyada ise yapısal jeopolitik ve ekonomik kırılmalara yol açtı. Amerika’nın kurucu aklı, Cumhuriyetçi Parti başta olmak üzere, derin bir siyasal elit krizine girerken, 60’tan fazla ülkeden ve 90’dan fazla farklı etnisiteden insanın hayatını kaybettiği “9/11” sonrası yabancı düşmanlığı kontrolden çıktı.  Elbette Amerikan siyonizminin fanatik müdahalesiyle, Amerika için(de) gerçekten o güne kadar bir sorun düzeyine ulaşmamış olan İslamofobi kelimenin tam anlamıyla hortladı. Avrupa-merkezci siyasal tahayyülün, özellikle de Fransız İslam(cı)fobizminin sağladığı mühimmat ve entelektüel vandalizm İslam dünyasına karşı açık bir saldırganlığa dönüştü. Akıl almaz bir şeytanlaştırma eşliğinde Amerika’dan Çin’e, Fransa’dan Rusya’ya İslamofobi etkili bir cezalandırma aracına dönüştürüldü. ABD’de güvenlikleştirme adımları ise kurumsal hale getirildi.

Küresel siyasal kriz

Liberalizmin 1990’lardaki renkli manzaralarının sonbaharın renk cümbüşü olduğu da ortaya çıkmış oldu. Son 20 yıl, seyahatten ifade hürriyetine, sinemadan üniversitelere, siyasetten ekonomiye, toplumsaldan kültürele, jeopolitikten eğitime ve dış politikadan güvenliğe hayatın her bir köşesi “terörle savaş” makasında şekillendi. Ortaya çıkan ağır “küresel kaotik belirsizlik” beraberinde yapısal kırılmaları ve dengesizlikleri de getirdi. Bu dönemde küresel-ekonomi politik hizalanma radikal bir şekilde değişirken, küresel hegemon yönsüzlüğe saplandığında, bunun bütün dünya için maliyetinin ne olduğunu daha iyi anlaşıldı. Oluşan boşluğu doldurmaya hevesli, belli düzeyde -askeri ve ekonomik- kapasitelerine karşın vizyonları olmayan, salt güç maksimizasyonuna dayanan başta Çin olmak üzere Rusya, Fransa, Körfez ülkeleri ve İsrail gibi unsurların çatışma alanlarını nasıl derinleştirdikleri ve küresel jeopolitik çıkmazı nasıl güçlendirdikleri görüldü.

Soğuk Savaş akabindeki 10 yıl, 1990’lar, oldukça konforlu arayışlar, çözülüşler ve aceleci kanaatlerin oluşmasıyla geçti. Elbette bütün bu değişimlerin merkezinde Amerikan liderliğindeki globalizasyonun sunduğu küresel liberal ekonomik düzenin zaferi bulunmaktaydı. Küresel kapitalizmin sembolik mabedine, onu korumakla görevli dünyanın en güçlü ordusunun ana karargahına yapılan saldırılar hem bu şımartılmış düzeni imtihana soktu hem de 21. yüzyılın başladığına dair sağlam bir işaret vermiş oldu. 11 Eylül’ün çok gecikmeden 21 ay sonra başlamasını sağladığı 21. yüzyılın ana eksenini değiştirecek ölçekte bir olay henüz vuku bulmadı. 11 Eylül dünyasının ve döneminin inşa ettiği eksene dair sorgulamaların başlamış olması ya da Amerika’nın Afganistan ve Irak’tan en azından askerlerini çekmiş olması da bu durumu değiştirmiyor. Zira 11 Eylül sonrası dünyada yaşanan radikal jeopolitik, demokratik ve ekonomik eksen kaymalarının sebep olduğu aktif fay hatları varlığını sürdürüyor.

Amerika Savaşmadan Durabilir mi?

İstihbarat ve diğer güvenlik örgütleri hariç Amerikan askeri harcamaları küresel askeri harcamaların yüzde 40’ını oluşturuyor. Amerika’nın, sosyal güvenlikten sonraki en büyük bütçe kalemi 800 milyar doları bulan askeri harcamaları kendisinden sonraki 15 ülkenin toplam harcamasından daha fazla durumda. Buna diğer güvenlik harcamaları da eklenince 1 trilyon doları geçen güvenlik sektörü ve askeri-endüstriyel kompleks daha berrak bir şekilde karşımıza çıkmaktadır. Silah lobisi mi askeri-endüstriyel komplekse sürekli can veriyor yoksa Washington’da “sürekli savaş” şeklinde tarif edilen siyasal akıl mı sorunsalı ortaya çıkıyor. Askeri endüstriye odaklanmak keskin ve çoğu kez hatalı sonuçlara varmamıza yol açabilir. Kaldı ki burada içinden çıkılması zor bir kısır döngü de bulunuyor. Zira sürekli savaş dünyası içerisinde kesintisiz kas yapan Amerikan askeri gücü için savaş anlamsızlaşmakta ve maceraya dönüşmektedir. Özellikle Soğuk Savaş sonrasında dünya ile askeri güç farkı bu denli açılırken jeopolitik vizyonunun da kaybolması, Amerikan savaşlarında dev Gulliver’in Lilliputlu cüceler tarafından bağlanmasını andıran sahnelerin ortaya çıkmasını sağlamakta. Washington bu dengesiz durumu sonlandırmak ve “sürekli savaş” aklından kurtulmak yerine, Gulliver gibi bir başka maceraya atılmaktan kendisini kurtaramamaktadır. Amerika 11 Eylül’den beri bu kısır döngünün içerisinde bocalıyor.

Eski ABD başkanı Obama, Amerika’yı bir “transatlantik dev gemiye” benzetip, Amerika’nın krizler karşısında manevra kabiliyetinin çok zor olduğuna dikkat çekiyordu. Bu durum ABD için büyük bir açmaz olduğu kadar doğru kararlar aldığında dünyayı da etkileme gücüne sahip değişimlerin önünü geçmişte açabildi. Bütün bu krizler sadece Amerika’nın dertleri olsa dünya da kendi dertlerinin peşine düşebilirdi. Maalesef Amerika’nın dertleri genellikle dünyanın da krizleri haline dönüşüyor. Dolayısıyla Amerika’nın 11 Eylül dünyasından çıkması, dünya için Afganistan veya Irak’tan çıkmasından çok daha hayati bir vakıaya denk geliyor. Biden yönetimi nispeten derli toplu bir kadrodan oluşmuş olsa da son 20 yılın oluşturduğu erozyon, Biden’ın fazlasıyla 20. yüzyıla ait zihin kodları ve ekibinin bürokratik tutukluğu yakın döneme dair radikal bir değişimin işaretlerini vermiyor. Ayrıca 11 Eylül saldırıları sırasında eylemcilerin dördüncü hedefi olan ama ulaşamadıkları Capitol’de 9 ay önce yerli eylemciler kanlı bir darbe gerçekleştirmenin eşiğinden döndüler.

Üstü örtülen ve yıllanmış Amerikan iç siyasal krizleri ve fay hatları iyiden iyiye ortaya çıkmış durumda. Dolayısıyla Biden’ın aynı anda iç konsolidasyonu sağlarken dış jeopolitik açılım yapması gerekiyor. Biden yönetiminin bu iki minderde aynı anda mücadele verecek kadar nefesi olduğuna dair bir işaret de bulunmuyor. Afganistan’dan çekilmenin hızla bir kaosa dönüşmesi de bu durumu teyit ediyor. Kaldı ki Biden’ın planları değişmeseydi, Afganistan’dan çekilme kararını tuhaf bir akıl yürütmeyle 11 Eylül 2021’de gerçekleştirmeyi planlıyordu. Afganistan planlarının bozulmasıyla küresel komplo cemaati böylesine şahane bir sembolizmden yoksun bırakılmış olsa da Washington bir yönüyle 11 Eylül 2001’e dönme imkanını yakaladı. Şimdi sorun Biden’ın bu fırsatı nasıl değerlendireceğinde. 20 yıl önce Amerika’nın ufkunu, saldırılardan daha çok paranoyadan beslenen Amerikan aklının sebep olduğu körlük karartmıştı. Amerikan körlüğüne, Amerika’nın fazlaca hazzetmediği Marx’ın mütevazi bir çözüm önerisi olabilir. Marx, Kapital’in önsözünde “Perseus, avladığı canavarlar kendisini görmesin diye sihirli bir miğfer giyerdi. Biz ise, canavarların varlığını görmemek için, sihirli miğferi gözlerimize ve kulaklarımıza kadar indiriyoruz” der!