1921 ANAYASASI HİKAYESİ

Son Güncellenme Tarihi: Şubat 28, 2021 / 13:29

Sayın Cumhurbaşkanının “Türkiye’de yeni bir anayasa hazırlanmasının vakti gelmiştir.” yolundaki beyanından sonra, bazı AKP yetkililerinin, bu anayasanın niteliğinin ne olması gerektiği yolundaki açıklamaları, zihinlerdeki şüphe ve endişeleri arttırmıştır.

Bu beyanlardan biri, yeni anayasanın bir “kurucu anayasa” niteliğinde olacağıdır. “Kurucu anayasa” deyimi, bir devlet düzeninin tümüyle çökmesi, onun yerine tamamen farklı yeni bir devlet düzeninin kurulması anlamında kullanılmaktadır. Yapılacak yeni bir anayasanın bu nitelikte olmayacağı açıktır. Türkiye’de çökmüş bir devlet düzeni var mıdır? Yüzüncü yılına yaklaşmakta olan Cumhuriyet rejimi dimdik ayaktadır. Bu iddiada bulunanların, Cumhuriyetin kendisini değilse bile, onun kurucu değerlerini ve onların en önemlilerinden biri olan laikliği kast ettikleri anlaşılmaktadır. Çok yakın bir örnek, Ayasofya Camii imamının, 1921 Anayasasında devletin dininin “din-i İslam” olduğu, dolayısıyla bu fabrika ayarlarına geri dönülmesi yolundaki beyanıdır. Bu beyanın şaşılacak bir tarafı yoktur. Ondan yıllar önce zamanın AKP’li TBMM Başkanı, Anayasadan laiklik ilkesinin çıkarılmasını savunmuş; bir AKP’li milletvekili Cumhuriyet dönemini bir “parantez”, bir “reklam arası” olarak nitelendirmiş ve bu ifadeler, AKP yüksek yönetimi tarafından bir tepki ile karşılaşmamıştır. Bunlar, AKP’nin bir kesiminin gönlünde bir İslami devlet hayalinin yattığını göstermektedir. Öte yandan bu arzu, elbette AKP’nin tüm üyelerine ve seçmenlerine atfedilemez. AKP programında, laikliğin din ve vicdan hürriyetinin en önemli güvencesi olduğu ifade edilmiştir. Sayın Erdoğan, 2011 yılındaki Mısır ziyaretinde, o zaman iktidarda olan Müslüman Kardeşlere ve onların lideri Mursi’ye laik bir anayasa kabul etmeleri tavsiyesinde bulunmuştur. Şimdi böyle bir öneri gündeme getirildiği takdirde, MHP’nin ve onun sayın lideri Devlet Bahçeli’nin de buna karşı çıkacakları açıktır. Dinî devlet, hiçbir şekilde demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmaz. Çünkü dinî bir devlette vatandaşlar arasında din esasına göre ayrımcılık gözetilmesi doğaldır. Bu ise demokrasinin en önemli ilkelerinden olan, vatandaşların kanun önünde hiçbir ayrım gözetilmeksizin eşitliği ilkesini ayaklar altına alır.

Son günlerde iktidar sözcüleri tarafından ortaya atılan ikinci bir şaşırtıcı görüş de yeni anayasanın 1921 Anayasasının ruhundan esinlenerek hazırlanacak olmasıdır. Türkiye’nin bugünkü siyasi rejimi ile 1921 Anayasasının kurduğu sistem kadar birbirine zıt iki sistem tasavvur edilemez. Aradaki tek benzerlik, her ikisinin de kuvvetler ayrılığı değil, kuvvetler birliği prensibine dayanmalarıdır. Ancak bugünkü Türk sistemi bütün yetkileri Cumhurbaşkanında toplamış olduğu halde, 1921 Anayasası bütün yetkileri TBMM’de toplamış, dünyada örnekleri pek az olan bir “meclis hükümeti” sistemi yaratmıştır. Bu Anayasaya göre, “İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.” (m. 2). “Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti ‘Büyük Millet Meclisi Hükümeti’ unvanını taşır.” (m. 3). Meclis adına yürütme faaliyetlerini yerine getirmekle görevli İcra Vekilleri Heyeti’nin Meclis karşısında hiçbir yetkisi yoktur. Aksine, icra vekilleri Meclis tarafından teker teker seçilir ve Meclis istediği anda bunların görevlerine son verebilir, hatta yürütme işlerinde onlara yön verebilir (veçhe tayin edebilir). İcra Vekilleri, bir anlamda Meclis’in hizmetkârı konumundadırlar. Bir devlet başkanlığı ve bir başbakanlık makamı yoktur. Böyle bir sistemin bugünkü Türkiye siyasal rejimi ile hiçbir şekilde bağdaştırılamayacağı, açıklamayı gerektirmeyecek kadar açıktır. Öyleyse hangi “1921 ruhu”ndan söz ediyoruz? 

Son günlerde 1921 Anayasası ile ilgili olarak ortaya atılan başka bir iddia da bu Anayasaya göre devletin dininin İslam dini olduğu iddiasıdır. Bu iddia tamamen asılsızdır. 1921 Anayasasında böyle bir hüküm yoktur. Dinsel içerikli tek referans, Anayasanın 7. maddesinde Büyük Millet Meclisi’nin yetkileri sayılırken, bunlar arasında “ahkâm-ı şeriyenin tenfizi”ne yer verilmiş olmasıdır. Devletin dininin “din-i İslam” olduğu hükmü, ilk defa 1921 Anayasasının 29 Ekim 1923 tarihli ve 364 sayılı değişikliğinde yer almıştır. Bilindiği gibi bu değişiklikle, Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu ilan edilmiş, Cumhurbaşkanlığı makamı yaratılmış ve bunun gerektirdiği bazı değişiklikler gerçekleştirilmiştir. Devletin dini din-i İslamdır hükmü, 1924 Anayasasında da aynen yer almış, fakat 1928 değişikliğiyle diğer bazı İslami referanslarla birlikte ilga edilmiştir. Nihayet 1937 Anayasa değişikliği ile laiklik, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılmıştır.

Burada sorulabilecek bir soru, baştan itibaren laik bir Cumhuriyete taraftar olan Mustafa Kemal Atatürk’ün niçin 1924 Anayasasının ilk metninde böyle bir hükmün yer almasına rıza göstermiş olduğudur. Gerçekten TBMM, 1924 Anayasasının kabulünden az zaman önce, 3 Mart 1924 tarihinde kabul ettiği üç kanunla laikleşme konusunda çok önemli adımlar atmıştır. Bunlar, Şeriye Nezaretinin kaldırılmasında dair Kanun, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve Halifeliğin kaldırılmasına dair Kanundur.[1] Buna rağmen 1924 Anayasasının ilk metninde “Devletin dini din-i İslamdır.” ibaresinin yer alması, ancak Atatürk’ün Nutuk’ta da açıkladığı, uygulamayı safhalara ayırmak ve her hamleyi vakti geldiğinde, şartlar olgunlaştığında gerçekleştirmek olarak özetlenebilecek liderlik stratejisinin tipik bir örneği sayılabilir. Her halükarda Türkiye’de laik Cumhuriyet, bir “reklam arası” değil, yüz yıla yaklaşan ömrü ile Türkiye Devleti’nin temel kurucu değeridir ve bunu değiştirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Son olarak 1921 Anayasasının en bariz özelliklerinden biri, yerel yönetimlere verdiği büyük önemdir. Gerçekten 23 maddelik bu kısa anayasanın 14 maddesi, yerel yönetimlere tahsis edilmiş, iller ve bucaklar (nahiyeler) düzeyinde halkça seçilmiş meclisler ve bu meclislerce seçilen yürütme işlerini görecek bir “icra amiri” makamı yaratılmış, çok önemli birtakım devlet yetkileri yerel yönetimlere devredilmiştir. Bu anlamda 1921 Anayasası, yerel yönetimlere ne o zamana kadar görülmüş ne daha sonra görülecek ölçüde bir özerklik tanımıştır. Bugünkü tabloya baktığımızda ise yerel demokrasi ve yerel yönetimlerin özerkliği ilkelerinin tamamen çiğnendiği, halkça seçilen belediye başkanlarının ve belediye meclis üyelerinin İçişleri Bakanlığının bir işlemiyle görevlerinden uzaklaştırıldığı ve yerlerine merkezî idare bürokratlarının kayyum olarak atandıkları görülmektedir. Bu icraatın sahibi olan bir iktidarın, yerel yönetimler konusunda 1921 Anayasasından ilham alması acaba tasavvur dahi edilebilir mi?

Sonuç olarak, kurucu anayasa ve 1921 Anayasası söylemleri, tıpkı doğal gaz kaynaklarının keşfi, uzay yolculuğu gibi iktidarın bir gündem değiştirme çabası ve algı operasyonu olarak görülmektedir. Muhalefet partilerine düşen görev, bu oyuna alet olmamak, gerçek demokratik bir parlâmenter rejime geçiş kararlılıklarından taviz vermemektir. 


[1] Reşat Genç, Türkiye’yi Laikleştiren Yasalar, Ankara, 1998.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top