2021’e Girerken Türk Dış Politikasının Dönüşümü

2021’e Girerken Türk Dış Politikasının Dönüşümü
Bu yüzyılın üçüncü on yılına girmekte olduğumuz şu günlerde Türkiye’nin dış politika yönelimi ve dünya sistemindeki yerine dair tartışmaların yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Aslında bu tartışma, Amerika Birleşik...

Bu yüzyılın üçüncü on yılına girmekte olduğumuz şu günlerde Türkiye’nin dış politika yönelimi ve dünya sistemindeki yerine dair tartışmaların yoğunlaştığını gözlemliyoruz. Aslında bu tartışma, Amerika Birleşik Devletleri’nin küresel hegemon güç olarak zayıflaması, buna karşılık Çin’in ekonomik ve siyasi anlamda bir süpergüç olarak yükselişi nedeniyle dünyanın başka ülkeleri için de geçerlidir. Ancak Türkiye’nin bölgesel ve iç politika olaylarının etkisiyle geçirdiği köklü konjonktürel dönüşümler, dış politikada çok daha kafası karışık bir manzara ortaya çıkardı.

Türkiye’de özellikle 15 Temmuz darbe girişimi ve Cumhurbaşkanlığı sistemi sonrasında, 2016 yılından bu yana iktidarın benimsediği yeni iç ve dış politika “vizyonu” çerçevesinde bu konudaki tartışmalar daha da yoğunlaştı. İlginç olan, yirmi yıla yakın bir süredir tek başına iktidar olan AK Parti’nin süreklilik arzeden bir yönelime sahip olmayıp, konjonktürel olaylar tarafından kolaylıkla etkilenebilen bir seyir izlemiş olmasıdır.

Kuşkusuz farklı dönemlerde farklı dış politika tercihleri üzerinde, Irak Savaşı, Arap Baharı ya da Suriye krizi gibi dış konjonktür ve olayların etkisi tespit edilebilir. Ancak iç politikadaki gelişmelerin, özellikle iktidarın oluşumuna etki eden ideolojik faktörlerin ve iktidardaki liderlik ve koalisyon yapısının da belirleyici olduğu muhakkaktır. AK Parti iktidarının 2016’ya kadar olan bölümünde izlenen dış politika, içerdiği farklılıklara rağmen AK Parti’nin liberal kuruluş felsefesini yansıtırken, parti 2016’dan sonra tam tersi bir çizgiye girerek milliyetçi ve güvenlikçi bir bakış açısını benimsedi ve dış politika tercihlerini de bu doğrultuda belirledi.

Fırsattan açmaza dönen Arap Baharı

17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’ta başlayan Arap Baharı Türkiye’yi tam bir ikilemle karşı karşıya bıraktı. Türkiye’nin bir tarafta komşuların içişlerine karışmama prensibine bağlı liberal entegrasyon politikaları ile Arap halkların haklı demokratik isyanını desteklemek arasında bir tercihte bulunması gerekiyordu. Türkiye tercihini halkların demokrasi iradesini destekleme noktasında gösterdi. Ancak bir sonraki aşamada olayların sıçradığı Suriye’de Batılı ülkelerin doğrudan askeri müdahaleden kaçınması, güç boşluğunda terör örgütü IŞİD’in ortaya çıkışı ve nihayet Rusya’nın askeri müdahalesiyle uzun bir iç savaş ortamına girildi. Bu süreçte milyonlarca mülteciyi de misafir eden Türkiye krizin ağır yükünü en fazla omuzlayan ülkelerden biri oldu.

İktidara yakın çevrelerin bu dönemin bütün sorumluluğunu, Mayıs 2016’da Başbakanlık görevinden istifası sonrası muhalif bir hareket başlatan Ahmet Davutoğlu’na yıkıp, dış politikada yeni bir sayfa açma söylemi geliştirdiler. Ancak iktidarın sonraki dönem politikaları, idealist olmakla eleştirilen çizginin devamı niteliğindeydi. Bu yeni dönem, ilkesel tutarlılığını kaybetmiş ama aynı zamanda rasyonalitesini de bulamamış, Türk dış politika tarihinin en tutarsız ve dağınık dönemi olmuştur.

Ak Parti’nin Yeni Döneminde “Değersiz Yalnızlık”

2016 yılında Binali Yıldırım’ın başbakanlığı devraldıktan sonra sarfettiği “dostlarımızın sayısını artıracağız, düşmanlarımızın sayısını azaltacağız” ifadesi, birçok gözlemci tarafından diplomasi alanında bir normalleşme sürecine girileceğinin işareti olarak yorumlanmıştı. Artık Türkiye, ağır idealist politikaların yükünden kurtulup, ulusal çıkarlarını gözeten, rasyonel temelli bir dış politika çizgisine geçiş yapabilecekti.

Ancak beklentilerin aksine, o günden bugüne izlenen dış politika genel hatlarıyla değerlendirildiğinde yalnızlığı daha da artmış bir ülke fotoğrafı karşımıza çıkıyor. Türkiye 2016’dan bu yana sadece yalnızlaşmadı, aynı zamanda dış politikada temel eksen ve yönelimini de kaybetti. Özellikle son bir yıl içerisinde ABD, AB, Rusya, ve Çin gibi küresel güçlerle ilişkiler, Orta Doğu’daki yeni ittifak oluşumlarına karşı tepkiler bu fotoğrafı daha da netleştirdi.

ABD ile ilişkilerde son dönemde Türkiye açısından iki kritik hadise yaşandı. Ekim 2019’da sözde Ermeni soykırımının tanınması için verilen yasa tasarısının kabul edilmesi Türkiye’nin yıllardır büyük önem verdiği bir konuda aldığı çok büyük bir diplomatik mağlubiyettir. İkincisi büyük darbe ise, ABD Savunma Bakanlığı tarafından, Rusya’dan S-400 hava savunma sistemi satın alması dolayısıyla Türkiye’nin F-35 savaş uçaklarının ortak üretim programından çıkarılması ve yine bu kapsamda Türkiye’ye helikopter motoru satışı ve F-16 modernizasyon projelerinin Kongre tarafından engellenmesiydi. Son CAATSA yaptırımlarıyla Türkiye, Amerikan ve esasen Batı silah teknolojisine olan erişimini tamamen kaybetme riskiyle karşı karşıya. Kuşkusuz Türkiye bağımsız bir devlet olarak istediği türde silah teknolojisini ithal etme hakkına sahiptir. Ancak konunun ülkenin kendi güvenliğini ilgilendiren boyutu yadsınamaz. Türkiye’nin, kısa ve orta vadede, son nesil savaş uçaklarıyla güç projeksiyon yeteneklerini takviye eden bölgesel güçlerle olan rekabetinde yaşadığı dezavantajı nasıl ortadan kaldıracağı bir muammadır.

Rusya ve Çin Üzerinden Denge Arayışı

Türkiye ABD ile sahip olduğu bu gerilimi Rusya ve Çin ile yakın ilişkiler yoluyla aşmaya çalıştı. Ancak her iki ülke de Türkiye’nin Batı ittifak sistemine bir alternatif değil, aksine Türkiye’nin tarihsel süreçte Batı ittifak sistemindeki varlığının meşruiyet nedenleriydi. O nedenle Türkiye’nin güvenlik kaygılarını Doğu Bloku’na yakınlaşarak çözmesinde çelişkiler bulunmaktaydı.

Türkiye ile Rusya arasında sadece Akdeniz’de değil aynı zamanda Balkanlar, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Karadeniz’de, Kafkaslar ve Orta Asya’da çok boyutlu jeostratejik çıkar çatışmalarının olduğu açıktır. Buna ilaveten, Türkiye’nin yönünü Rusya’ya dönmesi, Türkiye’nin etrafındaki Osmanlı mirası coğrafyanın, tarihi kökleri derinlere uzanan güvenlik algılarını aynı anda uyumlu hale getirmedi.

Diğer tarafta, Çin ile derinleşen ekonomik ilişkiler nedeniyle Türkiye, giderek bir soykırım haline gelen Doğu Türkistan konusunda gözlerini ve kulaklarını kapatma noktasına gelmiştir. Üstelik sembolik olarak en etkili aşılardan birinin altında Türk bilim insanlarının olmasına rağmen, tercihin etkinliği konusunda tartışmalar bulunan bir aşıdan yana yapması anlaşılır bir tutum olmamıştır. Öte yandan suçluların işkence ve idam cezası tehlikesi bulunan bir ülkeye iadesi Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne açıkça aykırıdır. Türkiye’ye sığınan binlerce Uygur Türkü büyük bir endişe içerisinde bu konudaki gelişmeleri takip ediyor.

Türkiye açısından artık AB üyelik sürecinin çok fazla anlamı kalmamış olmalı ki ne Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ne de kendi siyasi hakları için Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tam üç defa müracaat ettiği Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları dikkate alınıyor. Kuşkusuz dış politikanın her alanıyla ilgili bu tür çelişkili açıklamalar, gideceği istikameti ve hedeflerini tayin edemeyen bir ülkenin içinde bulunduğu kimlik bunalımı ve kafa karışıklığının göstergesidir.

Çelişkilerin Esaretinde Dış Politika

Türkiye’nin dış politikasında sergilenen ölçüsüz güç projeksiyonları ve ölçüsüz tavizler arasında gelgitlerin ortaya çıkardığı zaaf ve tutarsızlıklardan başarıyla yararlanan küresel ve bölgesel güçler, Türkiye’yi diplomatik sahada tarihinde görülmemiş bir muhasara altına almış durumdalar.

Doğu Akdeniz krizi bu yalnızlığı en dramatik biçimde gösterdi. Son bir yıl içerisinde, Türkiye ile Yunanistan arasında Doğu Akdeniz’de kıyıdaş ülkelerin deniz sınırlarının belirlenmesinden kaynaklı gerilim tırmandı. Ancak bu konuya Fransa’nın da dahil olmasıyla gerginliğin boyutu daha da tırmandı. Diplomasinin geri plana atıldığı, medya ve devlet yetkililerinin hamaset yarışında özenle geride kalmamaya çalıştığı heyecanlı günlerden sonra, Türkiye Doğu Akdeniz’de görev yapan Oruç Reis sondaj arama gemisini geri çekmek zorunda kaldı. Bu süreç Türkiye’ye karşı Fransa ve Yunanistan arasındaki yakınlaşmaya İsrail, Mısır ve hatta BAE’nin dahil olmasıyla bir Türkiye karşıtı yakınlaşmanın kapısını araladı.

İktidarın önceki döneminde dış politikada içine girilen zorluklar, bir “değerli yalnızlık” olarak tanımlanmıştı. Ancak bugün Türkiye hem o değerlerden vazgeçmiş, hem de dünyada ve kendi bölgesindeki yalnızlığını artırmış bir noktada görünüyor. Bir sonraki on yıla girerken Türk dış politikasında, ilkeler ve çıkarlar arasında çizilen mütemadi zigzaglar neticesinde dengesini kaybetmiş, yön verici bir ekseni olmayan, günlük tepkilerle biçimlenen, hedeflerini ve yönünü tayin edemez hale gelmiş, tutarsız ve dağınık bir manzara ile karşı karşıyayız. AK Parti iktidarı demokrasi yönelimine geri dönüp, otoriter söylemlerinden ve uygulamalarından vazgeçmediği müddetçe, son zamanlarda dillendirilen reform vizyonu da sadece söylemde kalacaktır.