ABD TAMİR EDİLEMEZ, YENİDEN YAPILMASI LAZIM!

Amerika birçok tarihçinin gözünde ‘Bağımsızlık Savaşı’nın ardından ikinci kez ve aslen İç Savaş sonucunda kurulmuştur. Amerikalıların büyük çoğunluğu savaş sonrasında ulusun bütünleştiğine, geçmişin karanlık gölgelerinin dağıldığına ve tarih sahnesine bir özgürlükler ülkesinin çıktığına inanmaya çok heveslidirler. Herkes mutlu sonlara inanmak ister, ama Amerikan İç Savaşı sonrasında kazanılan anayasal hakkın kaç gıdımlık bir mutlu sona tekabül ettiğini bir de kölelik rejiminden sonra kasten başıboş ve sahipsiz bırakılan siyahlara sormak gerekir.

Geçtiğimiz hafta, George Floyd’un vahşice katledilmesiyle başlayan ayaklanmalar sembolik yönü ağır basan iki çarpıcı eylemle taçlandı. Bunlardan ilki Bristol’da bulunan ve yıllardır kaldırılsın diye mücadele edenlere inat kaidesinde durmaya devam eden bir heykelin yerinden sökülüp kanala fırlatılmasıydı. İngiliz köle taciri Edward Colston’un sulara gömülmesinin ardından, bu kez de Antwerp’li eylemciler harekete geçti ve şehirlerinde bulunan, Belçika’nın kolonyalist tarihinin simgesi Kral II. Leopold heykelini kaidesinden söktürttü. Özellikle bu iki eylem, haftalardır devam eden ve düzenin bekçilerinin vandallıkla ilişkilendirmeye can attığı kalkışmaların bizzat seçmediğimiz ama kaçınılmaz şekilde ürünü olduğumuz yanlış bir tarihle hesaplaşmaya yöneldiğini gösteriyordu. Ayrıcalıklı tüketim mabetlerine, küresel kapitalizmin kırbacını elinde tutan finans merkezlerine, prestijli hayatların dokusunu işleyen statü sembollerine ve en nihayetinde tarihin önümüze koyduğu en sinsi, en gölgeli, en bulanık sömürü düzeninin yaratıcı ikonlarına, burjuvazinin doğuşuna önderlik eden kahramanların bize tepeden bakan heykellerine yönelmekteydi öfke.

Bugün, Amerika’da siyahları; tüm dünyadaysa ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı yüzyıllar boyunca örselenmiş, ezilmiş, hor görülmüş siyah yaşantıları önemseyen vicdan sahibi insanları dönüp tarihi işaret etmeye sevk eden gelişmeler 17. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uzanır. Colston gibi köle tacirleri ve onlara kol kanat geren sömürgeci muktedirler marifetiyle karga tulumba Afrika’dan Amerika’ya kaçırılan ve oradaki kolonicilere pazarlanarak kuşaklar boyunca hayatları insafsızca karartılan çoluk çocuk, kadın, erkek binlerce siyahın öyküsüdür yüzbinleri ayağa kaldıran. Dünyanın o vakte dek gördüğü en kapsamlı ve organize açgözlülük harekatının bir ürünü olan Amerikan kölelik rejimi, özellikle Güneydeki sermaye birikiminin temelini oluşturan devasa tarım ekonomisi sisteminin en kilit enstrümanı olarak Amerikan kapitalizminin biçimlenmesinde önemli bir rol oynamış ve günümüze kadar uzanan sınıfsal ayrımları belirlemiştir. 

HERKES MUTLU SONLARA İNANMAK İSTER

İç savaşla ve köleliğin kaldırılmasıyla sonuçlanan bu hikâyeyi hepimiz biliriz. En nihayetinde Amerikan kapitalizmi birikimin yönü ve mahiyeti konusunda ciddi bir ikileme düşecek, sanayi üretiminin tarımsal üretime üstünlük sağladığı kanlı bir geçiş yaşanacaktır. Amerika birçok tarihçinin gözünde ‘Bağımsızlık Savaşı’nın ardından ikinci kez ve aslen İç Savaş sonucunda kurulmuştur. Amerikalıların büyük çoğunluğu savaş sonrasında ulusun bütünleştiğine, geçmişin karanlık gölgelerinin dağıldığına ve tarih sahnesine bir özgürlükler ülkesinin çıktığına inanmaya çok heveslidirler. Herkes mutlu sonlara inanmak ister, ama Amerikan İç Savaşı sonrasında kazanılan anayasal hakkın kaç gıdımlık bir mutlu sona tekabül ettiğini bir de, kölelik rejiminden sonra kasten başıboş ve sahipsiz bırakılan siyahlara sormak gerekir. Tam bu noktada, 20. yüzyıl kavşağı dönülürken, İç Savaş sonrası özgürlüğüne kavuştuğunu düşünen eskinin siyah kölelerine yönelik amansız bir kriminalize etme kampanyası başlatıldığını hatırlatmak gerekir. Bu dönemde kamusal söylem Bir Ulusunun Doğuşu gibi süprüntü filmler ve daha nice benzeri kültürel dışkıyla aşırı beslenip, siyahları gaspçı, tecavüzcü, katil, aylak veya serseri olarak resmeden yeni bir ırkçı dille şişirilmiş ve kölelik sistemini ikinci sınıf vatandaşlık retoriği üzerinde yeniden inşa etmiştir. Beyaz, mutlu, müreffeh ve muzaffer Amerika’nın zihin dünyası yüzyılın ilk yarısı boyunca bu negatif propagandayla zehirlene zehirlene çürüyünce siyahların ezilmişliğinden bir isyan dalgasının yükselmesi de kaçınılmaz olur.

1970’lere gelirken iyice güçlenen ve en gür sesiyle haykırmaya başlayan ‘Sivil Haklar Hareketi’ni kapitalizminin burçlarını hedef alan ve meşum tarihini sorgulayan güçlü bir intifada olarak okumak mümkündür. Bu başkaldırılara büyük bir ekonomik krizin ortasında yakalanan sistemin cevabı, tıpkı yüzyılın başında olduğu gibi, bu kez de siyahları uyuşturucu ile ilişkilendirerek hafızaları tazelemek ve onları kitleler halinde kriminalize ederek hapse göndermek olmuştur. Böylece krizin vurup iyice dibe itelediği yoksul kitleleri ve bunların büyük çoğunluğunun siyahlar olduğu gerçeğini gizlemek kolaylaşır. İşte Amerikan kapitalizminin içine düştüğü derin bunalımdan çıkarak kendine yeni bir yön belirlemesi bu tarihsel koşullarda gerçekleşir. Birikim lokomotifinin neo-liberalizmle yeniden şahlanmasına yol açan paradigma kırılımları, eskiye oranla refahın görece yaygın paylaşımına gerek olmadığına inanan ve yoksulların, ötekilerin, sahipsizlerin ve değersizlerin -ABD’de büyük oranda siyahların – o ana dek düşe kalka, güç bela kazanabildikleri haklarıyla birlikte halının altına süpürülmesinde bir beis görmeyenlerin tezgahlarında şekillenir.

Birikim lokomotifinin neo-liberalizmle yeniden şahlanmasına yol açan paradigma kırılımları, eskiye oranla refahın görece yaygın paylaşımına gerek olmadığına inanan ve yoksulların, ötekilerin, sahipsizlerin ve değersizlerin -ABD’de büyük oranda siyahların – o ana dek düşe kalka, güç bela kazanabildikleri haklarıyla birlikte halının altına süpürülmesinde bir beis görmeyenlerin tezgahlarında şekillenir.

EN ZAYIF HALKA

Bilinen bir deyiştir, bir zincir en zayıf halkası kadar güçlüdür derler. Neo-liberalizm rejiminin yarattığı debdebeli kalkınma ve büyüme retoriği ABD başta olmak üzere özellikle kapitalizmin kalesi olan zengin ülkelerde müthiş bir yanılsama üretti. Çarpık rakamlara anlam kazandırmak üzere tedavüle sokulan istatistikler gelişen piyasalara ve yükselen ekonomilere dair mutluluk resimleri çizerken, endekslerde kendine yer bulamayan iltihaplı bir yara kanayıp duruyordu. İşler tıkırında giderken, güvencesiz çalışma koşullarıyla, fırsatların eşitsiz dağılımıyla ve göçlerle birlikte ha bire yayılan kayıt dışı yoksullaşmanın semptomlarını gizlemek kolaydı, çünkü en alttakiler toplumun kiri pası olarak görüldükleri ve çoğu kez suçlu veya tehlikeli addedildikleri için konu dışı kalmışlardı. Bununla birlikte, hani o hiç sevmediğimiz ayrılık nasıl sevdaya dahilse, benimseyemeyip görmezden gelmeyi tercih ettiğimiz bu tabakalar da hayata tutunmaya çalışan kalabalıklar halinde toplum zincirinin bir halkasını oluşturuyordu. İşte, salgının yarattığı şaşkınlık içinde sistemleri paldır küldür çökerten, yokmuş farz edilen bu yoksunlukların yarattığı kaçınılmaz ‘maddi ve manevi yük’ ve kaybedilecek her şeyi kaybetmiş olmanın cesaretiyle beslenen isyan enerjisi oldu. 2008 krizinden beri kısık ateşte kaynayan kazan, salgınla birlikte yoğun buhar biriktirmeye başladı ve Floyd’un katledilişiyle de patladı.

HERKES MUTLU!

Fransız filozof Jean Baudrillard, sistemdeki söylemsel tahakkümü dile getirmek için, sistem dışı organizmaların sadece sistemin ölümüyle yaşama olanağı bulabileceklerini ifade ederek çarpıcı bir eğretilemeye başvurmuştu. Bunu söyleyerek, bir bakıma sistem devam ederken sistemin dilinden gayrı bir dil oluşturmanın imkansızlığına işaret etmekteydi. O yüzden, sistem dışı organizmalar, yani her coğrafyada kıyasıya etnik ayrımcılığa uğrayanlar, yoksullar, düşkünler ve kimsesizler sistemin kendiliğinden ölmesini beklemeye tahammülleri kalmayınca, ya sistemin ‘vandallığını’ taklit edecekler veya ancak aynı dili tersten kat ederek düzenin üzerinde yükseldiği sembollere saldıracaklardı.

Sessiz kalabalıklar bugünün dertleriyle çilelerini, eşitsizlikleri dokuya dokuya yaşamlarımıza elbise diye giydiren tarihi geriye sarmanın mümkün olmadığını görünce her ikisini birden yapmaya yöneldiler. Geçenlerde, İngiliz sokak sanatçısı Bansky, düzene başkaldırının bu tür radikal eylemler boyunca ilerlemesinden endişe duyanlarla dalga geçen bir paylaşım yaptı sosyal medya üzerinden. Colston’un suya gömülen heykelini kast ederek; “Onu sudan dışarı sürükleyelim, kaidenin üzerine geri koyalım, boynuna ip geçirelim ve protestocuların onu aşağı çekerken gösteren gerçek boyutlu bronz heykellerini yapalım. Herkes mutlu” diye yazdı. Bansky’nin bildiğimiz satirik taşlamalarından birisi olarak bir hayli yaratıcı olmakla birlikte, içinden geçmekte olduğumuz olaylara dair hayli naif bir önerme olmuştu bu. Bundan sonra ne olacağı bilinmez ama kapitalizmin maskesinin düştüğü kesin, dünyaya dair çok daha berrak bir resim belirdi önümüzde.

Temsillerle idare eden ve sembollerle tıka basa dolu bir sepete benzeyen kültürümüz derin bir yara aldı şimdi. Sistemin sahipleri onu hemen tamire kalkışacaklar, ama herkesin gerçekten mutlu olduğu bir düzeni kurmak için tamir artık yetmeyecektir.  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serhat Güney Arşivi