ACI VE EYLEM

Geçtiğimiz yıl verdiği bir konferans sırasında saldırıya uğrayan Salman Rushdie’nin sevdiğim bir sözü şöyle der: “Düşünce aşırı derecede acı verici hale geldiğinde, eylem en iyi çaredir.”

Yaratıcı alanlarda fark yaratan en önemli kavram eylemdir. Mesleklerimiz düşüncenin gerçeğe dönüştüğü oranda var olabilir. Yaratıcı üretim, hayalin, olmayanın, sıfır noktasındakinin hayata geçirilmesi ile ilgilidir. Yaratıcı profesyonelliği “Yaptım oldu” anlayışından ayıran en önemli özellikler, içinde barındırdığı düşünsel mesai, taraflarla gerçekleştirdiği görüşmeler, çok boyutlu ve katmanlı değerlendirmeler, organizasyon yetisi gibi sıralanabilir. Bunlar ve daha fazlası, bir üretimi nitelikli kılar. Nitelik sürdürülebilirliğin anahtarıdır.

Binaları sağlam temellere oturtmakla ilgili olmayanlar, uzun vadeli stratejileri de düşünce temelleri üzerine oturtmayı akıl edemiyor. Doğal. Kültürümüz “yaptım oldu”cularla dolu olduğu kadar “bunu ben de yaparım”cılarla da doludur. Bu ikinci türdeki kitleler düşüncelerini eyleme geçirme konusunda aczi olanlardır. Yaratıcı üretimin gerektirdiği eylem ağırlığını sırtlanamayanlar, her işi kendi bildiği gibi yapma, eksik bilgisine tutkulu bir biçimde bağlanma eğilimi gösterirler; genellikle karalama, küçümseme gibi bir tavır ile bu zayıflıkların üstesinden gelmeye çalışırlar.


MEMLEKETİMDEN MÜTEAHHİT MANZARALARI

O meşhur reklam filminin üzerinden yıllar geçti ancak defalarca satırlarımda yer vermeme rağmen aşamadığım bir sahne olarak hala aklımda, şimdilerde çok acı itiraflarda bulunan o ünlü müteahhidin, “Değil, bu da değil” diye bağırarak diyerek mimari çizim rulolarını masadan fırlattığı ve yerine kendi tasarılarını önerdiği talihsiz görüntüler.

Eylemsizlik kadar yapılan her yanlış eylemin de bir diyeti var ödenmesi gereken. Bu tür eylemlere karşı tepkisizliğimizin, bile bile göz yummalarımızın artık acı bir biçimde kalbimizde, beynimizde patladığı, nihayetinde sonuna geldiği günlerde olduğumuzu hissetmiyor musunuz siz de? Türkiye, bu inanılmaz yıkıcı deneyimden sonra on yıllardır itibarsızlaştırdığı bilim, mimarlık, mühendislik, tasarım ve yaratıcı üretim alanlarında biraz olsun bilinçlenebilecek mi ne dersiniz?

Mahallemizdeki dönüşüm paniğini, bu paniği körükleyen müteahhit kişisinin niteliğini, bir iki aya yıkacağı apartmanı nasıl yıkmayı planladığını öğrendikten sonra, hala belirli bir eşiği atlayamadığımızı hissediyorum. Bence yüzbinlerce, resmi sayılara göre elli bin dolayında olan can kaybından, milyonlarca insanın maddi ve manevi kayıpları ile baş başa kalmasından ve 10 ilin tümüyle altüst olmasından sonra, İstanbul’un göbeğinde bir esnaftan bozma müteahhit kişisi, birbirine bitişik eski yığma binaları, “Aha şurdan şuraya demir kayıt atıp” kepçe ile davranarak yıkmayı planlıyor. Sistem hala buna dur diyemediği gibi, denetleyemiyor, diğer yandan insanları paniğe sevk etmekte bir an olsun geri durmuyor.


40 KEZ ÖLDÜK, 40’IMIZI ÇIKARAMADIK

Yazımı sizlere hazırladığım günlerde, büyük Anadolu depreminin üzerinden neredeyse 40 gün geçti. Bu yaşananlarla kırk kez öldük, kırk kez dirildik. Kültürümüzde doğumla ve ölümle özdeş bir mittir kırk. Bunca acı ve yıkımla birlikte gözlerimizin gördükleri, kulaklarımızın duydukları ile kırkımızı çıkaramadık. Tüm bu deneyim sonrasında kırk tane akıllı ders edinip de alt alta yazamadık. Kırk tane iyi düşünceyi düşledik de, bir araya getirip sesli okuyamadık. Şöyle bir saydım, Türkiye’nin siyaset ve basın ortamından yaklaşık kırk ismi yıkıp geçsek, belki!

Belki yeniden yaşamaya başlayabilir, yeniden üretebilir, yeniden layık olduğumuz biçimde var olabiliriz.

Geçtiğimiz yıl verdiği bir konferans sırasında saldırıya uğrayan Salman Rushdie’nin sevdiğim bir sözü şöyle der: “Düşünce aşırı derecede acı verici hale geldiğinde, eylem en iyi çaredir.”  İlk şoku atlattıktan hemen sonra düşündüğüm şey tam da buydu. Kendi kişisel acılarım karşısında sergilediğim tavır da kendimi hep eyleme teslim etmek yönünde olmuştur.

Eylem acıya iyi gelir. Yaşamsal bir iç güdüdür eylem. Bu nedenle herkes (belirli bir düşünsel seviyedeki herkes olarak düzelteyim!) fazla düşünmeden bireysel veya gruplar halinde eyleme geçti deprem sonrasında. Eylem yaratıcı beynimizin hayatta kalma ve savunma mekanizmasıdır. Felsefe tarihi, eylemi, belirgin bir nedenselliğe bağlı olaylar olarak tanımlıyor ve bu tanımda uzlaşıyor. Düşünmeden yapılan eylemler ve kasıtlı olarak, yani planlanarak yapılan eylemler tarihten bu yana araştırmaların konusu olmuş. Hızlıca üretilen ve pratik deneyimlere dayalı eylemler ve uzun vadede neden-sonuç ilişkisi irdelenerek yapılan eylemler, böyle iki grupta incelenmiş. Nerdeyse tüm filozofların ortaklaşa kabul ettikleri tanım, Ne yapıyorsun? sorusuna verilen cevapların tümünün insanın planlı (kasıtlı) yaptığı eylemleri oluşturuyor olması şeklinde.

Elini oynatmak, koşmak, bisikletini tamir etmek, yemek yemek, biriyle sinemaya gitmek gibi eylemler farklılıklarına rağmen insanın fazla düşünce üretmeden sahip olduğu pratik deneyimle gerçekleştirdiği eylemler olarak inceleniyor. Oysa çağdaş dünyada nitelikli eylem, bağlam, tarihsel deneyim, profesyonel görüş, tartışma, kıyaslama gibi süreçleri içinde barındırır.

Arendt, iş, emek ve eylem kavramlarını incelemiş düşünürlerden biridir. Filozofa göre iş ve emek, üretim- tüketim döngüsü içinde düşünmeden, pratik olarak gerçekleştirilen eylemlerle doludur. Diğer yandan eylem, insanın duygusal ve düşünsel dünyasının dışavurumudur. İlk ikisinde kendini ifade etmesi pek mümkün olmayan insan, eylemde bulunarak, kendini, düşünsel kalitesini ve farkını ortaya koyar. Eylem böylece bir tür iletişim olarak tanımlanır, yani sosyaldir. İnsanlar eylemler aracılığı ile bağ kurar, siyasal bir duruş edinir, kişiliklerine bir anlam katarlar. Arendt’e göre eylem, bu çerçevede özgür ve öngörülemeyendir.

Ali Ağaoğlu deprem sonrasında katıldığı yayında çürük inşaatlar
ürettiğini itiraf etti. Kendi oynadığı dönem reklamında, mimarlık
ve tasarım işini itibarsızlaştırması ile gündeme oturmuş, Türkiye’nin
vasatlaşmasının ikonlarından biri haline dönüşmüştü.


Rushdie’ye geri dönüyor ve aşırı derecede acı veren bir deneyimin ardından toplumda beliren eylemlere göz atıyorum. Buna göre, acıyı dindirmek amacı ile yapılan, düşünceden ve planlamadan yoksun, içgüdüsel ve pratik eylemleri hızlıca şöyle sıralayabiliyorum:

Asıl ihtiyaç sahiplerine ulaşıp ulaşmayacağını irdelemeden hızlıca yapılan bireysel yardımlar

Televizyon kanalları, Zoom toplantıları gibi ortamlarda, asla fayda sağlamayacak tekrar eden, kavramsal konuşmalar,

Doğruluğunu kontrol etmeden yayılan bilgiler

Coğrafi uygunluğu düşünülmeden alelacele kurulan çadır kentler

Uzun vadeli stratejik ve ekonomik planlama yapılmadan verilen kentsel dönüşüme dair vaatler

Nereye, nasıl ulaştırılabileceği belli olmadan, bu lojistiğin doğuracağı maddi yük hesaplanmadan üretilen taşınabilir evler

Deprem bölgesindeki jeolojik hareketlilik bile henüz durmadan belirlenen yapılaşma alanları

Depremzedeler için üretilmek üzere eyleme geçilen TOKİ konutları

Kuşkusuz yukarıda sıraladıklarımı arttırmak mümkün. Her biri hakkında neden sonuç ilişkilerini irdelediğimizde, bu konuların her biri üzerinde yetkin kişilerle birlikte kolektif düşünme mekanizmaları ürettiğimizde, galiba biraz daha Arendt tanımındaki eylem kavramına yakınlaşmış oluruz.

Herhangi bir acı karşısında metanetli kalmak gerçekten de çok zordur.  Acıyla ve kayıpla baş etmenin süreçleri için uzmanlar yedi basamaktan söz ederler. Bunlar, şok, inkar, öfke, pazarlık (başkasını suçlama), depresyon, kabul ve umut, ve acının üstesinden gelme evreleri olarak sıralanıyor.

Son kırk gündür ateşin düştüğü yerde, anaların, babaların, anneannelerin ve dedelerin, eşlerin ve gençlerin, yaşadıkları şok ile birlikte öfkesine, depresyonuna, inkarına tanık oluyoruz. Onların acısı ile biz de yanıyoruz. Uzmanlar bunları takip eden süreçteki depresyonun gelişine dikkat çekiyor; tüm desteğimizi ve eylemlerimizi belki de artık maddiyattan çok maneviyata vermemiz gerekiyor. Yıkımın yarattığı depresyonun izleri uzun zaman hiçbirimizi terk etmeyecek olsa da, kabul ve umut aşamasına geçmek için önce eyleme geçmemiz gerekiyor.

Edinburg Üniversitesi felsefe bölümünde profesör olan Micheal Cholbi, Yas isimli kitabında kederin bize yeni bir kimlik oluşturarak kendimizi tanımamız için eşsiz ve güçlü bir fırsat sunduğunu belirtiyor. Keder çalkantılı ve kafa karıştırıcı olsa da, bizi geliştiren bir gerçek. Yaşanan acı deneyimler zamanla ve kabullendikçe bizlerin yaşama dair farkındalık düzeyimizi ve içinde bulunduğumuz ortama uyum sağlama becerilerimizi arttıran, bizleri daha rasyonel yapan, ilişkilerimizi geliştiren ve  insani kapasitemizi arttıran bir durum.

Beyinlerimizin ve kalplerimizin bir yanını sonsuza dek kaplayacak bir deneyim sonrası, yeniden yaratıcılığa sığınıyorum ve kentteki yaratıcı eylemleri izlemeye yavaş yavaş başlıyorum. Gittiğim her ortamda, sanatçı, mimar, tasarımcı dostlarla karşılaşıyorum ve kimilerinin ailelerinde ve yakınlarında yaşadıkları kayıplara, bu süreçte geçirdikleri kaygılı günlere daha yakından tanıklık ediyorum; kendimi onların yerine koyup tüm bu olup bitenden dersler çıkarmaya çalışıyorum. Uzun süreli ve planlanmış eylemler içinde bulunan meslektaşlarımın ve dostlarımın girişimlerini gururla ve ilgi ile izliyorum. Herkes çok üzgün, bitkin ve yaralı. Diğer yandan hemen herkeste “daha iyi” yarınlara dair bir istek ve umut var. Herkes artık sadece doğru, güvenli, uygun, uzun vadeli, kalıcı, nitelikli eylemler yapmak istiyor. Herkes bu isteğine dair çözüm kaynağının kendi iradesinde olduğunu yavaş yavaş kendine itiraf ediyor. Türkiye için eyleme geçme zamanı geldi de geçiyor.

Yaratıcı zihinlerin yarattığı, koruduğu, inşa ettiği, nitelikli ve uzun ömürlü bir fiziksel çevreyi, sürdürülebilir yapıları, adil sistemleri ve bunların toplumun her bireyi için ortaya çıkaracağı yüksek yaşam kalitesini Türkiyeliler hak ediyor. Bu hakkın aranması bugünlerde tek umudum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi