ALAN SAVUNMASI

Geçtiğimiz haftalarda mimarlar ve iç mimarlar arasında, mesleki kuruluşlarca açıklanan metinler doğrultusunda bir gerginlik başladı. Aslında bu gerginlik yeni değil. Uzun süredir satır aralarında gezinip duran, kimi yerde bireysel olarak ifade edilen görüşler ve düşünceler gün ışığına çıktı bana göre. Her iki meslek grubuna dair kişiler, mesleki alan savunması yapıyorlar. Olan biteni izlerken, bana düşündürttüklerini sizlerle paylaşıyorum.

Herhalde en eski savaş taktiklerinden biridir, alan savunması. Savaş söz konusu olduğunda hem operasyonel hem de stratejik seviyede pek çok yöntem uygulanır. Örneğin karşınızdaki düşmanın hareket etmesine izin verir, belirli bölgelere yönlendirir veya sıkıştırır, böylece stratejik olarak onun sonraki hamlelerine karşı planlar yaparak atak yaparsınız. Buna mobil savunma denir. Bazen de geri çekilme bir taktik olabilir. Geri çekilerek, karşınızdakinin size doğru ilerlemesini sağlarsınız. Bu durum bazen onun istemeyeceği bir konum almasına sebep olur. Geri çekilerek hem zaman kazanır, hem de kaynaklarınızı korursunuz; bir yandan da karşınızdakinin nerede mevzilendiğini bilirsiniz, karşı atağı planlamak artık sizin elinizdedir.

Alan savunması ise, bir hat belirleyip o hat boyunca o hattın gerisinde kalan size ait bölümünü agresif bir biçimde korumaktır. Savaş taktikleri rekabetin yoğun olduğu takım oyunlarında spor kuralları olarak kendilerini gösterirler. NBA bir dönem alan savunmasını yasakladı ve galiba benim maç izlemekten keyif almadığım zamanlar da böylece başlamış oldu. Parke üzerindeki o heyecanlı ve geniş çaplı savunma ile onun yarattığı maç süprizleri yerini adam adama savunmaya bırakmıştı ve basket maçları güreş veya boks gibi ikili mücadeleye dönmüştü. Boks veya güreş sevmediğimden değil; aksine bu mücadeleler de içinde barındırdıkları taktikler ve stratejilerle izlemeyi en sevdiklerim arasındadır. Ne var ki bir takım oyunu, takım oyunu olmayı hak ediyor.

Yaratıcı alanlarda farklı pek çok meslek var. İçinde bulunduğumuz çağda bu mesleklerin ayrımlarını yapmak epey güçleşmiş görünüyor. 19. yüzyıl, farklılaşmanın branşlaşmanın ve tanımların ortaya çıktığı bir dönem idi. 20. Yüzyıl bu branşlara liyakat içerisinde bugün pek çok bakımdan ağır biçimde eleştirdiğimiz, irdelediğimiz yaşam formlarını, alışkanlıkları ve yargıları doğurdu. 21. Yüzyılda tanımlar ve kurgular değişiyor. Statüko yerle bir oluyor. Birey hak ve özgürlüklerini yeniden tanımlıyor. Mevcut olan dayatmaları kabullenmiyor. Hemen her şey tanımların dışına çıkıyor. Teknoloji insanlara – sözde- erişim, özgürlük ve yaratıcılık vaat ederken daha önce gitmediği sularda gezinen keşifçi insan yapısı, dalgaların sarhoşluğu içerisinde. Kimse kaptan istemiyor; herkes kendi gemisinin kaptanı. Brövesinin olup olmaması  kimin umurunda. Süper yat veya sal olsun yeter, maksat denizlere açılmak. Eskilerden duyduğum bir laf vardı: herkes kendi çöplüğünün kralı. Kimi batıyor kimi çıkıyor ama artık herkes kendinden sorumlu olmak istiyor.

Çağ böyle bir hal aldı.

Sanıyorum bu arz-ı endam içerisinde, ister istemez belirli konulardaki tutuculuk da artıyor. Ben böyle bir çokluğun içerisinde kapıları sıkı sıkı tutmanın bir işe yarayacağını düşünenlerden değilim. İyi olan her şey yolunu bulur ve macerasına devam eder. Herkesin kendini alkışladığı bir iklimde, halen alkış beklemek saplantılı bir egoizm hali bana göre. Büyük alkışlar ve konumlar için gerçekten fark yaratan işlere imza atmak gerekli.

Yazının bu kısmında, 30 yaşında iken arkadaş grubunda çalıp söyleyen ve bir İngilizce öğretmeni olmaktan vaz geçip dünyadaki müzik tarihine ismini yazdıran Sting’in çok sevdiğim sözlerine kulak verelim diliyorum:

Derler ki çölde bir şehir varmış/Kibirli bir kralınmış/Ama şimdi bu şehir yıkıntılar halindeymiş/Yerinde rüzgarlar uğulduyor ve akbabalar şarkı söylüyormuş/İşte bunlar insanın yapıtları/Tümü bizim hırslarımızın toplamı

Tüm mimar dostlarım ve mimarların alan savunmasına maruz kalan iç mimar dostlarım bu parçanın sözlerini benimle birlikte anımsayınca konu hakkındaki mesajımı da alacaklar eminim.

Diğer yandan sizin sorunuzu duyuyor gibiyim: Peki ama ne oldu?

Türk Serbest Mimar Derneği şubeleri yılın ilk haftasında ortak bir kamuoyu duyurusu yayınladı. Bu duyuruyu yayınlamalarının ardında Resmi Gazete’de yayınlanarak taslak olarak sunulan Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin 57. Maddesindeki yönetmelik değişiklik bilgisi yatıyordu. Bu taslak öneri şöyle diyordu:

Kullanıcılara teknik gereksinimlerle uyumlu estetik iç mekan tasarımı sunmak amacıyla; havaalanlarının terminal, idari ve yolcu binaları, 300 ve üzeri yatak kapasitesine sahip hastaneler, yapı inşaat alanı 30 bin m2 den fazla olan; kamu hizmet binaları, alışveriş merkezleri ve 5 yıldızlı oteller için iç mimarlarca hazırlanıp imzalanan iç mimari projesi de eklenir

Özetle, özellikle kapsamı geniş yapılarda mimarların iç mimarlar ile bir arada birlikte çalışmasını öneriyordu bu taslak. Yukarıda da biraz değindiğim gibi profesyonel alanlarda branşların sınırlarının oldukça iç içe girdiği böylesi bir dönemde, bu öneri mimarların hatlarına çekilip net bir alan savunması yapmalarına sebep oldu. Biraradalığı, yani paylaşımı kabul etmeyen bir zihniyetten doğuyor tüm savaşlar.

Mimarların bu tavrı, mesleki anlamda alanlarını korumaya yönelik bu ortaklaşa girişimi yaratıcı meslekleri ilgilendiren ortama bir bomba gibi düştü.savaş da maalesef başlamış oldu. Yapılan açıklama, tam da askeri karşılığı gibi keskin ve sert idi. Şahsi fikrime göre bir o kadar da kibirli ve üst perdeden ifadelerin yer aldığı bu savunmaya, gerek örgütsel gerekse bireysel anlamda karşılıklar da bu nedenle gecikmedi. Konu karşılıklı açıklamalarla devam ederken bizlere izlemek düşüyor. İzlerken de pek çok düşünce gelip geçiyor. Ne zamansız ne gereksiz oysa, ihtiyacımız olan en son şey savaşlar. Sting’in yine aynı parçasında söylediği gibi:

“Krallıklarım kuma dönüşüp/denize dökülürken/düşmanlarım serbestçe dolaşırlar”

Yaratıcı alanlardaki tüm mesleklerin bunca ORTAK derdi varken, birbirlerine karyı yarattıkları alan savunmaları, sadece onların krallıklarını yok edecek gibi. Bu sırada  zaten, açık söylemek gerekirse kimsenin artık pek umurunda da değil tasarım. Pinterest varken iç mimara, parayla satılan imza yetkisi varken mimara, ve ben bilirimci sanayici  varken hiçbir biçimde bir ürün tasarımcısına artık kimsenin ihtiyacı yok.

Bir alan savunması söz konusu ise, aldığımız eğitimin karşılığı olan haklarımızı korumak için “yaratıcı profesyonel hizmetler” alanını savunalım; bu vaktimizi ve enerjimizi nitelikli eğitim, doğru ücret politikaları ve mesleki haklar, siyasi girişimler, mesleki yaptırımlar ve eylemler ile devlet ve sektörler üzerinde yapacağımız çalışmalara, toplumsal farkındalığı yaratmaya yönelik çabalara ayıralım.

Mimarlık mesleği kendi içinde bile yaman çelişkilere ve çok sesliliğe gebe. Bunu gerçekten de çok köklü ve eski bir meslek olmasına bağlıyorum. Ürün tasarımını sanat ve zanaat akımından ayırabildiğimiz ev adını koyabildiğimiz net sir olaylar zinciri var. Hazır moda tüketiminin yaygınlaşması ile moda tasarımcılığının, reklamcılığın ortala çıkması ile grafik tasarımın başlangıç noktaları belirli. Tarih dekoratörlükten iç mimarlığa geçiş sürecini de açık seçik beyan ediyor. Ancak mimarlık mesleğine gelince, hikaye çok eskilere uzanıyor. Taş ustası, mühendis, sanatçı, toplumsal lider tarih boyunca “yapı üreten” olunca, mesleğin sınırları sürekli irdelenip duruyor.

Mimarlık tartışmaları, mimar olmadığım halde olabildiğince yakından takip ettiğim ortamlardır; bunların tümünü her zaman çok keyifli bulurum. İçinde tarih vardır, felsefe ve sanat vardır, engindir. Farklı görüşlerin ve yeniliğin geliştirici gücünü bildiğimden benim için motive edicidir.

Yakın takipte olduğum bu tartışmalardaki zenginliğin özellikle ülkemizde son dönemde büründüğü statükocu yaklaşımı bir süredir sezinlemiyor değildim. Mimarlık eğitiminin niteliği, yeni mezun mimarların konumları ve ücretlendirme politikası, mimari ofislerdeki ayırımcı ve haksız uygulamalar gibi temel konular pandemi koşulları ile artan paylaşım ortamlarında sıkça masaya yatırılıyordu. Bunların kiminde genç kuşağın deneyime, iş yaşamının gereklerine ve bazı gerçeklere karşı nasıl da isyankar olduğunu, hatta birbirlerini dolduruşa getirdiklerini gözlemledim. Bazılarında ise, pek çoğu akademisyen olan mimarların, mimar olmayan herkesi nasıl da dışlayabildiklerine, yok sayabildiklerine ve mesleklerini nasıl da tanrılaştırdıklarına tanık oldum.

Böyle mimarlar özel bir dil kullanırlar mesela ifadelerinde. Daha sözlü ve yazılı anlatımlarında bile kendilerini ayrıştırır, aslında bana sorarsanız  toplumdan kopararak kendilerine benzeyenlerin dünyasına hapsederler. Böyle mimarlar için anlaşılmaz olmak, karmaşık ve teknik ifadelerle dolu cümleler kurmak, betimlemeler ve ilginç kelimeler kullanmak bir meziyettir. Bunu kendini üstün gren sanatçı, edebiyatçı veya felsefeci de yapar. Akademikliğin (her ne ise o?) olumsuz bir yan etkisi olarak yaşamlarımızda asılı durur bu haleti ruhiye. Kabullenir, hoş görürüz biz sıradan insanlar. Bağ kurmak için iki taraf gerekir. Bağ kurmak istemeyenle kurulmaz o bağlar.

Yeterince akademik olmayan kimselerin mimari eleştiri üretemeyeceğini, akademik olmayan hiçbir yazının düşünce ifadesi olarak kabul görmeyeceğini, yapıları kullanması üzere tasarladıkları insanların bile kendi üretimlerini asla anlayamayacaklarını filan bizlere dikte ederken bu mimarlar, onları sabırla dinlerim; içimden ise hep değişen ve dönüşen çağın nasıl da dışında kaldıklarını düşünürüm. Bu yönde görüşlerin beyan edildiği ortamlardan doğrusu pek de sıkıldım; zamanla kaçınmaya ve zamanımı daha geliştirici ortamlara ayırmaya başladım. Oldukça üst perdeden gelen bu ses tonunun bir azınlık olduğunu ve en iyisinin onları kendi hallerine bırakmak olduğunu, zamanın gücüne inanmanın en doğrusu olduğunu hissediyordum bir süredir.

Türk Serbest Mimarlar derneklerinin (SMD) yaptığı bu açıklama ve yarattığı bu tansiyon belki de bu nedenle beni bu denli şaşırttı. Benim çağ dışı olarak nitelediğim ve azınlık olarak gördüğüm düşünceler bu metinle kurumsal bir hale bürünmüş ve örgütsel bir yaklaşımı temsil ettiğinden de tarihsel bir nitelik taşımıştı. Mimarlar bu duyuruda şöyle devam ediyordu:

İç Mimarlar Odası’nın İmar Yönetmeliğinde Düzenleme Talebi Konusunda Görüşümüz: Mimarlık, insanlık tarihinin en eski mesleklerinden biridir. Barınma ihtiyacının karşılanması ile başlayıp, medeniyetin göstergesi ve varlığının sembolü olan kentleri, yapıları, mekanları tasarlamak, üretmek, bunları yaparken mevcut ihtiyaçlara ve sorunlara çözüm üretmek, yeni öneriler sunmak gibi asli sorumlulukları barındırır.

Tarihsel gelişiminde ortaya koyduğu ürünler, mekânlar, yapılar kısaca yapılı çevre; toplumların gelişmişlik düzeylerini ortaya koyduğu gibi bu yöndeki mekânsal alt yapıyı da üretmektedir.

Şehirlerin kimliklerini de mimari belirler. Simgesel yapılar bugün dahi söz konusu kent ile özdeşleşmekte ve birlikte anılmaktadır. Konu sadece simgesel yapılardan da ibaret değildir. Kenti oluşturan doku, toplum yaşantısına hava ve su gibi etki etmekte; yaşantının fonunu, zeminini, dolayısı ile kalitesini belirlemektedir. Nitelikli mimari; kültürel yapının, kalkınmanın ve refahın da vücut bulmuş halidir.

Mimari tasarım ise bir bütündür. İçinde estetiği, işlevselliği, sağlamlığı, sürdürülebilirliği ve yaşantıya dair, topluma dair her türlü duyarlılığı barındırır. Yapı ve binaların tasarımı iç-dış gibi bir ayrıma konu edilmez, edilemez. Mekânı oluşturan bileşenlerin tümü beraberce düşünülür, birbirlerini tamamlar, destekler. Örnek olarak daha kolay anlaşılabilmesi için Mimar Sinan’ın eserleri alınabilir.

Selimiye Camisi bir bütündür. Yapının taşıyıcı sisteminden kent siluetine etkisine, içindeki çinilerden, kubbe detaylarına, mukarnaslarına, fil ayaklarına kadar tamamı Sinan’ın eseridir. Mimar yapıyı her bir bileşeni ile birlikte düşünür, hayal eder ve tasarlar.

Mimarlık eğitimi ise bu bağlamda çok yönlü, oldukça yoğun ve zahmetli bir eğitimdir. Bu sorumluluk ve yetkiye sahip olabilmek için, sanatla, mühendislikle, ekonomi ve sosyoloji ile ve bunlarla sınırlı olmadan pek çok farklı alanla ilişkili bir bilgi yığınını içerir.

Bu çerçevede mimar müellif olarak projede çalışan bütün paydaşları yönetir, koordine eder, karar verici ve eser sahibidir. Tasarımın herhangi bir yönü mimarın sorumluluğu ya da yetki alanı dışına çıkartılamaz. Yukarıda verdiğimiz örnek üzerinden giderek Sinan’ın Selimiye camisinde olduğu gibi tasarım herhangi bir ayrıma gidilmeksizin mimarındır. Sinan’ın camisinin iç mekanını Sinan’ın tasarrufu dışında başka birisi tasarlayamaz ya da el süremez.

Mevcut gündem ve yönetmelik çalışmasında yer alan iç mimari proje hazırlanma zorunluluğu yukarıda bahsi geçen çerçevede hayatın doğal akışına ve mimarlık meslek tanımına ve uygulanma pratiğine aykırıdır.

Gelinen durum bir diğer yönü ile iç mekân tasarımının ülkemizde “iç mimarlık” adı altında ele alınmasından kaynaklanmaktadır. Mimarlık iç ya da dış olarak tanımlanabilecek bir disiplin değildir. Dolayısı ile konunun başında bu ayrımın altını çizerek “iç mimarlık” olarak bahsi geçen mesleğin aslen mimarlık olmadığının, uluslararası ortamda da kabul görmüş hali ile iç mekân tasarımı adıyla anılması gerektiğinin altını çizmek gereklidir.

Yönetmelik değişikliği ile getirilmeye çalışılan “iç mimari” adı altında proje zorunluluğu, uluslararası karşılığı olmayan, yıllar içinde birikmiş hukuksal ve güncel mevzuata aykırı ve etik olmayan bir tutumdur. Mimarlık mesleğine; onun tarihsel, teorik ve pratik birikimine doğrudan bir saldırıdır. İç mekân tasarımının kendi meslek alanını tarif etme çabası anlaşılır olmakla beraber bunu kendi eğitim ve pratiklerinin gerçeği çerçevesinde ve onunla ilintili olarak yapması ve kadim mimarlık mesleğinden kendine alan devşirmeye çalışmaması gerekir.

Mesleğimize karşı ortaya konan bu haksız tavrı kabul etmediğimizi, akıl dışı bu çabayı tümüyle reddettiğimizi, bu konu ile ilgili her türlü mücadeleyi kamu yararına sergilemek yönünde çok güçlü bir irade ortaya koyacağımızı kamuoyuna duyururuz.”

Bu metin, kendi deyimi ile kendilerini başka bir profesyonel alanın saldırısı altında hissetmiş bir gurup meslek erbabının, olsa olsa kafa karışıklığı ve duygusallık ile kaleme alarak, topluma beyan ettikleri gereksiz ve talihsiz bir metin olarak böylece kayıtlara geçmiş oldu.

Mimarlık mesleğinin insanlığın barınma ihtiyacı ile birlikte mi ortaya çıktığını tartışarak başlayabilir; verilen tarihsel örneğin Sinan’ın mimarlığı ile sıkışmış kalmış olmasında devam edebiliriz aklımızdaki soru işaretlerini sıralamaya. Salt yapabilen ve üretebilen canlı olabilmenin tasarımcılıkla, yani mimarlığın temeli ile karıştırıldığı bir ortamda, ilk mimarın insan türünden olmayabileceğini de masaya yatırabiliriz sözgelimi o halde. Her fırsatta diğer türlere karşı olan saygıyı sevgiyi diye getiren sevgili mimar dostlar mesela çardak kuşunun ilk mimar olarak anılmayı İmhotep’ten daha çok hak edebileceğini,  bu açıklamalarındaki mantıkları gereği sanırım anlayışla karşılarlar.

Bu metindeki en rahatsız edici unsur, mimarlığın bir takım oyunu olduğunu kabul edermiş gibi yapan meslek erbaplarının kendilerini bu takımın şefi olarak konumlamaları. Oysa pek çok mimar artık biliyoruz ki ne yeni teknolojilerin getirdiği gelişmeleri, ne yeni malzemeleri ve onların üretim yöntemlerini, ne son teknolojilerin sağladığı mühendislik çözümlerini yönetebilecek kadar anlayabilecek bir konumda değil. Müzik aletlerini iyi tanımayan bir orkestra şefi düşünün, davulun ve kemanın ne olduğunu sesini bilmiyor olsun, sırf nota okuyabildiği için işini iyi yapabilir mi? Mimarlık Sinan’ın yaşadığı çağda yapılıyor olsa idi bu yaklaşım belki anlaşılabilirdi, ancak bu gün bir mimar, yapısında kullanılabilecek cephe kaplamalarının veya aydınlatma armatürlerinin bile teknolojilerini, yeniliklerini takip edebilecek zamana ve öğrenme lüksüne sahip değil. Mesleklerini icra ederken mevzuatlarla sıkışmış, cephesini, ışığını başkalarına emanet etmiş, en çok da gayrimenkul yatırımcılarının elinde ambalajlanıp, bir takım “yaşam vaadi konseptleri” sunan ideal marka isimleri ile mühürlenerek piyasa sunulan ürünler yaratan mimarlardan bahsediyoruz. Evet çok iyi biliyorum ki istisnalar var, ama haydi biraz dürüst olup şapkamızı önümüz koyalım sistem ve kurallar, o kocaman ağzı ile azımsanmayacak bir çoğunluğunuzu yiyip yutmuyor mu? Mimari bir yapının kusursuzlaşması için onun her bir parçasının o alanda uzmanlaşmış, son teknolojileri bilen ve takip eden, mimarların derinleşemeyecekleri alanlarda bilgi ve birikim sahibi olan bir insan / makine gücü ile ortaklaşa üretilmesi gerekli. Böyle bir işbirliğinde ast üst olamaz, ancak yan yana yürüme saygısı ve sonsuz öğrenme isteği olabilir.

Bu metinde kendilerini nerede ise tanrılaştıran mimarlara göre, mimari tasarım bir bütündür ve bu tasarımın tek karar vericisi de mimarın kendidir. Çok iyi anlıyoruz ki, bu metni imzalayan meslek sahipleri takım oyununun gereklerini tam olarak çözememişler ve yapı üretimi sırasında birlikte çalışmaları gerekli diğer profesyonel alanları göz ardı etme, onların mesleklerinin varlıklarını dahi sorgulama eğilimi içerisindeler. Buradaki asıl tartışma, ima edildiği gibi diğer tüm branşların mimarlıktan doğması, büyüüüük bir mimarlık şemsiyesinin altında toplanması gerekliliği gibi konular değil bana göre. Çünkü biliyoruz ki mimarlar kabul etse de etmese de, iç mimarlık (ya da mekan tasarımı denmek isteniyorsa öyle olsun, ne önemi var? Tasarım yerine de dizayn deniliyor, yıllardır savaşım verilse de toplumun benimsediği maalesef geri alınamıyor! ), ürün tasarımı gibi profesyonel alanlar da var ve var olmaya devam edecekler. Buradaki asıl konu, mimarlık mesleğinin gerçekte ne olduğu. Bu metin bana en çok bunu sorgulattı.

Umberto Eco’nun vurguladığı gibi (La Strattura Essente, Umberto Eco, 2016) bir takım şifreler dahilinde tasarım üreten mimarlara gerçekten de mimari eser yaratan kişi olarak bakabilir miyiz? Kimdir mimar ve nedir? Bu metin işte bu büyük soruyu didikletiyor.

Eco şöyle açıklıyor:

Mimarlığın tipolojik şifreleri bir yapının  örneğin “kilise” olabilmesi için nasıl inşa edilmesi gerektiğini söylese de, bu benim yeni bilgi sunma ile yineleme arasındaki diyalektikten yararlanarak – kilise olduğu halde- gene de daya önceden yapılmış olanlardan daha farklı bir kilise inşa etmemi engellemez. Bu kilise farklı olacağından, beni dua etme alışkanlıklarımı değiştirmeye ve tanrı ile olan ilişkime başka bir açıdan bakmaya zorlayacaktır. Ne var ki bu durum, benim mimarlık sosyolojisinin yaptırımlarının dışına çıktığım anlamına gelmez. Bu sosyoloji bana kiliseler inşa etmeyi ve bunları kullanmayı dayatmaktadır. Eğer mimari şifreler bu sınırı geçmeme izin veriyorsa, o zaman mimarlığın tarihi ve toplumu değiştirmek gibi bir olanak sağlamadığını, yalnızca toplumun kendisine “başvurduğunu”, topluma geri vermek için oluşturulmuş bir kurallar sistemi olduğunu söyleyebiliriz.

Demek ki mimarlık, tıpkı kentin temizliği, su sağlanması, tren ve tramvay ulaşımı gibi bir hizmettir; bu hizmetler, ihtiyaçları nasıl daha mükemmel teknolojik olanaklarla karşılıyorsa, mimarlık da ihtiyaçları öyle karşılamaktadır. Bu açıdan bakıldığında, mimarlık bir sanat dalı değildir; eğer sanat insanlara henüz beklemedikleri bir şeyi sunmaksa.

Bu satırları yazarken güzel İstanbul’a bakıyorum göz ucuyla ve soruyorum: şimdi kaçınız gerçekten bu mesleğin hakkını verebiliyor? Savunduğunuz alanı mükemmelleştirmek varken, başka profesyonel alanlara karşı cephe açmak mesleki örgütlenme çatısı altında yapılabilecek en akıllıca girişim değildi kuşkusuz? Acaba diğer saygın meslek sahipleri ikinci bir açıklamayı da hak etmiyor mu? Hani zararın neresinden dönülse kardır? Belki anlatmak istenilen için hatalı bir üslup, yanlış örneklemeler kullanılmıştır?

Hala Sting çalıyor:

Sevgiden yoksun tarihlerimizde, hiç zaferler yok.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi