Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

Alevlerin ortasında -son-

Akşama doğru misafir mavi üzerine gümüş simli elbisesini giydi. Saçlarını yoluna koymak için bir süre uğraştı. Ev sahibesi, “Güzel oldun” dediğinde neredeyse gülümsedi. Memnun görünüyordu. Birisiyle buluşacaktı, bu zaten belliydi. Ancak kiminle buluşacağını misafir olduğu bu evde kimseye söylemedi. Kapıdan çıkmadan önce kızını ve oğlunu öptü. Peşinden kapıya kadar gelen kızına eğildi, “Seni seviyorum”, dedi.
Gecenin bir vakti misafir eve döndü. Kendisi için ayrılan odaya geçti. Uyumak için haplarını almış olmalı… Ertesi gün öğle saatlerinde ev halkının her zamanki pazar sofrasına katıldı. Yine çorba içtiler, biraz et, bolca peynir ve şarap da vardı. İyi görünüyordu ama sessizdi. Minik oğlunu kendisi yedirdi. Neşeli değildi, en azından daha az kederliydi, sanki. Ev sahibesiyle kahve içerken havadan sudan konuştular. Çocukların hepsi öğle uykusuna daldığında, birlikte içilen şarabın da etkisiyle büyükler de odalarına çekildiler. Çay saatine kadar.
Sonra kalkıldı, çaylar içildi, ev sahibesinin eşi çocuklarla oyun oynadı. Londra’nın kuzeyinde her zaman ki kış akşamı yaklaşıyordu. Hava soğuktu ve karla karışık yağmur yağıyordu. Ev sahibesi birazdan eve dönecek olan iki kızıyla birlikte misafirini ve iki minik çocuğunu nerede yatıracağının planlarını yapıyordu, kafasında. Misafiri, bir çiy damlası kadar temiz öylece duruyordu. Birden ayağa kalktı ve dedi ki, “Bizim eve geri dönmemiz lazım, yıkanacak çamaşırlar var, hem yarın sabah çocuklar için hemşire gelecek”. Bunları söylerken çoktan çocuklarının ve kendisinin eşyalarını toplamaya başlamış, torbalara yerleştiriyordu ve daha önce olmadığı kadar canlıydı, enerjikti. Mutluydu. “Emin misin?”, diye sordular. Cevap bekletmeden geldi, “Evet”.
Ev sahibesinin eşi, onu ve çocuklarını arabaya yerleştirdi ve incecik karla kaplanmaya başlamış yolda dikkatle sürmeye başladı. Bir süre gittiler. Kırmızı ışıkta durduklarında arkadan ince bir ağlama sesi geldiğinin farkına vardı, ev sahibesinin eşi. Arabayı güvenli bir yere park edip, arka koltuğa geçti. Ağlayan misafiriydi. Onun ağladığını gören çocukları da ağlamaya başladı. İkisini de kucağına aldı ve sordu, “Lütfen izin ver, bize dönelim. Kendini iyi hissedince eve bırakırım, seni.” Gözyaşlarını eliyle sildi, “Hayır”, dedi misafir, “Gitmemiz lazım”. Eve vardılar. Ev sahibesinin eşi, ona ve çocuklarına yardım etti, apartmandan içeri girerken. Vedalaşırken, yarın uğrayacağını, onun ve çocukların iyi olduğunu kontrole geleceğini söyledi. Teşekkür etti, misafir. Her şey için. Minik çocuklarıyla birlikte kapıdan girdi, kayboldu.
Bu, onu son görüşleriydi
Şiirleri kadar güzel Sylvia Plath, 1963 Şubat’ında o Pazar akşamı çocuklarıyla evde biraz zaman geçirdi. Sonra, iki yaşındaki kızı Frieda’yı ve bir yaşından biraz büyük oğlu Nicholas’ı yatırdı, üzerlerini sıkıca örttü. Çocuklar uyuduktan sonra komşusu Mr.Thomas ile merdiven boşluğunda biraz sohbet etti. Sohbet sırasında, “Yarın sabah kaçta evden çıkıyorsun?”, diye sordu. Alelade bir akşamdı, komşusu için. Herkes evine çekildi. O saatten sabah 4:30’a kadar Sylvia’nın zamanı nasıl geçirdiğine dair sadece spekülasyon yapabiliriz. Bir ara çocukların odasına geri döndüğü kesin. Yanlarına tabakta biraz bisküvi ve biberonla süt bıraktı. Başucundaki camı bir parmak açtı. Odanın kapısını kapattı, alttaki bir santimlik açıklığı rulo haline getirdiği havluyla doldurdu. Koridora açılan kapıyı da kapattı, onun da altındaki açıklığı bu defa koli bandıyla bantladı ve mutfağa geçti. Elindeki koli bandıyla mutfak kapısının altını kapattıktan sonra bir ara psikiyatristinin adını ve telefon numarasını yazdığı notu tezgâhın üzerine bırakmış olmalı (Call Dr.John Horder)… Sonra fırının kapağını açtı, gaz düğmesini çevirdi. Mutfak bezlerinden kendisine yastık yaptı, fırının tabanına yerleştirdi. Ardından başını fırının içindeki bezlerin üzerine koydu.
“Kadın mükemmelleşti.
Ölü bedeni
Başarının gülümseyişini giyiyor
Çıplak ayakları
Şöyle diyor sanki:
Buraya kadar geldik. Bitti, artık.”
Sabah gerçekten bir hemşire Sylvia’nın çocuklarının uzayıp giden grip hastalığına bakmak için geldiğinde kapıyı kimse açmayınca, sokaktan geçen bir işçiden yardım alarak kapıyı açtı. Sylvia ölmüştü. Çocuklar uyuyordu. Bıraktığı notta yazan doktoru aradı, hemşire. Doktor da onu hafta sonu evinde çocuklarıyla misafir eden Jillian Becker’ı aradı, kötü haberi verdi.
Jillian Becker yıllar sonra şair Sylvia Plath’ın son günlerini anlattığı bir kitap yazdı. Üç haftaya yayılan bir süre içinde onun yazdıklarından özeti kendi anlatımımla sizlerle paylaştım. Klinik depresyon hastası teşhisi konan Sylvia Plath kendi canına kıydığında henüz 30 yaşındaydı. Yıllar sonra oğlu Nicholas da henüz 47’sindeyken (sene 2009) depresyon nedeniyle kendi canına kıydı. Bir trajedi daha var ki, başka bir yazıda anlatacağım. Kendinizi bana hazırlayın! Haftaya kadar Sylvia Plath’ın adını duymamış olanlar otobiyografik öğeler de içeren Sırça Fanus isimli eserini, şiirlerini merak ederler belki…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi