Allah değil ‘İktidar’dır size şah damarınızdan da yakın!

Kur’an tektir, doğru. Ancak Kuran’ın kimin/kimlerin hafızasından derlenip, kimin/kimlerin hafızasına (üstelik Peygamber’in kendisi tarafından bile “Kur’an’ı en iyi bilen” kabul edildikleri halde) başvurmaksızın yazılacağına karar vermiş olan “irade”, Kur’an’ın tekliğinin, dolayısıyla doğruluğunun inşacısıdır!.. Bir başka deyişle, Kur’an tektir-doğrudur-hakikidir de o tekliği, doğruluğu, hakikiliği var eden insani müdahale ve tabii ki “İktidar” vardır.

Önceki hafta memleket sathında “çürüklü-sürtüklü” küfür lakırdılarının gırla gitmesinden bahisle İslâm’ın “İktidar”la bozulmuşluğu üzerine tarihselden güncele bir değerlendirme yapmıştık. Bu hafta aynı bahsi, yani “Allah-Kitap” üzerinden, onları aracı kılarak “İktidar dini”ne nasıl işlerlik kazandırıldığı hususunu biraz daha derinlemesine ve detaylıca açalım. Ama önce biraz “teorik” takılacağız!..

“Hak”, “İktidar”dan çıkar

Din üzerine kuramsal-kavramsal değerlendirmeler bağlamında çok saygın bir yere sahip antropolog Talal Asad’ın önemi, her zaman ve mekânda geçerli, ezeli ve ebedi bir din fikrinin pratikte imkânsızlığını işaret etmiş olmasından kaynaklanır.

Asad, “dinî hakikat” mevzubahis edildiğinde yapılması gerekenin tek kelimeyle “iktidar” üzerine odaklaşmak olduğunu sıkı sıkıya vurgular. Çünkü bir toplumsal zemin ve zamanda belli söylem ve pratikleri din adı altında düşünülebilir, konuşulabilir, kabul edilebilir, dolayısıyla “doğru” kılan; aynı şekilde kendisini dinî sayan başka söylem ve pratikleri dışlayan, yasaklayan, yanlış ve sapkın sayan ekonomi-politik koşullar ve bu koşulları üreten süreçlerde yer tutan iktidar ilişkileri vardır.

Kısaca, Asad’a göre “hakiki” din, iktidardan çıkar.[1]

Hristiyanlığın “Ortodoksi-Heterodoksi” tartışması da; Katolikliği protestonun “Protestanlık” diye meşrulaşması da; İslâm’da “Ehl-i Sünnet” ve “gayrı-Sünnet” (Şiilik, Haricilik, en uçta Rafızilik) kırılmaları da hep Asad’ın altını çizdiği şekilde, dinde doğruluk ve “hakikat”in iktidar ile bağlantılı olduğu tezine destek mahiyetinde gösterilebilecek tarihsel örneklerdir.

Kur’an nasıl yazıldı?

İslamiyet’in ta en başında Peygamber’e halife seçiminden, Kur’an’ın hafızalardan alınıp kâğıda geçiriliş ve yazıya dökülüşüne kadar yukarıdaki tezin izlerini sürmek mümkündür. Peygamber’in yapıp ettikleri-söyledikleri (Hadis-Sünnet) hususunda neyin “sahîh” (doğru/gerçek), neyin gayrı-sahih olduğuna kadar böyledir bu…

En şaşırtıcı ve sarsıcı örnekle açalım: Kur’an tektir, doğru. Ancak Kuran’ın kimin/kimlerin hafızasından derlenip kimin/kimlerin hafızasına başvurmaksızın (ki bunlar arasında Abdullah b. Mes’ûd gibi, Peygamber’in kendisi tarafından bile “Kur’an’ı en iyi bilen” kabul edilenler vardır) yazılacağına karar vermiş olan “irade”, Kur’an’ın tekliğinin, dolayısıyla doğruluğunun da inşacısı olmuştur.[2] Bir başka deyişle, Kur’an tektir-doğrudur-hakikidir de o tekliği, doğruluğu, hakikiliği var eden insani müdahale ve tabii ki “İktidar” söz konusudur.

İnancın ‘İktidar’la bütünleşmesi: Ümmet

İslam’ın başlı başına bir iktidar gösterisi haline gelmesinin başlangıcı “ümmet”tir. Ümmet, yani tek bir Allah’a inananlar topluluğu, siyasi örgütlenme biçimi olarak kabile bağlılıkları (“asabiye”) temelinde mevcut parçalanmışlıkları aşan bir birlik olarak yeni bir iktidar kurulumuna zemin oluşturdu.

“Allah”, Cahiliye dönemi Araplarının teolojisinde de vardı; kabilelere özel tanrıların (“putlar”) üzerinde en üst-tanrı olarak… İslam peygamberi onu “üst-tanrı” değil tek tanrı kılıp bu “tek bir Allah”a inananlar topluluğuna dayalı bir devlet var edecek mücadeleyi başlattı. Sosyo-ekonomik altyapı buna hazırdı. Kabile çokluğundan devlet tekliğine geçilirken, haliyle tanrı çokluğundan da tanrı tekliğine gelindi.

İşte ümmet, bu inancın dışavurumunu ve yayılmasını yönetsel bir örgütlenme esasınca gerçekleştiren topluluğu tanımlar.

Dolayısıyla Ümmet, inancın iktidarla bütünleşmesidir.

‘İktidar’la raks: Halifelik

Sonrası tufandır! İnsanın anlam krizini çözmeye yönelik bir arayış olarak inancın (İslâm) iktidar tarafından tamamen silinip süpürüldüğü aşamaya halifelikle gelinir. Hem de daha peygamberin cansız bedeni toprağa verilmemişken olur bu.

Halife seçme sürecinde İslam öncesi kabile bağlılıkları, İslam’ın onların üstüne oturttuğu ümmet bağlılığı (“İnananlar kardeştir”) bünyesinde yeniden sökün eder, daha doğrusu geri-dönüş yapar: Kim halife olacaktır? “Sizinkiler”den mi, “Bizimkiler”den mi?!.. Mekkelilerden mi, Medinelilerden mi? Peygamberin de soy aldığı Haşimoğulları’ndan mı, yoksa Kureyş’in en güçlü kabilesi ama eski rejimin de iktidar odağı Ümeyyeoğulları’ndan mı?..

Yoksa daha da iç bir halka olarak, peygamberin “ev halkı” yani “Ehl-i Beyt”ten (Hz. Ali üzerinden) mi?.. Ama hayır, onlar Peygamber’in henüz toprağa verilmemiş na’şı ile meşgul olduklarından bu “iktidar oyunu”na ayıracak zaman ve enerjiyi bulamazlar. Ortalıktaki en enerjik figür ise Kureyş’in güçlü ismi Ebu Bekir’dir ve politik olduğu kadar ekonomik güdümlemelere de bağlı olarak “İktidar’la raks” ona nasip olur. Mesela bir kabile Ebu Bekir’e şöyle biat ettirilir:

“Eslemoğulları Medine’ye geldiler. O kadar kalabalıktılar ki Medine sokakları daraldı. Eslem boyu, Medine’ye kumaş ve azık almak için gelmişti. Onlara, Resûlullâh’ın halifesi Ebû-Bekr’e bey’at edin, ondan sonra biz size dileklerinizi verelim dediler ve bu suretle onların bey’atini [biatini; bağlılık ve itaatini] sağladılar”.[3]

Görüldüğü gibi burada inanç, iman ve İslam’ın esamisi okunmamaktadır. Okunan tek şey, “İktidar”dır.

Peygamber’e değil Allah’a halife: Muaviye

Halifelik macerası böyle başlamış ve daha da vahimleşerek devam edip gitmiştir. Ümeyyeoğulları’ndan Osman’ın halifeliğiyle “Eski Rejim”in İslam kisvesi altında sökün etme işaretlerinin ilk beliriminin ardından Ali-Muaviye çekişmesi ve Peygamber’in hem amcaoğlu hem damadı, yani “Ehl-i Beyt”in göz bebeği Ali yerine İslam’ın ve Peygamber’in baş düşmanı Ebu Süfyan’ın oğlu Muaviye halife olur. Geçen hafta da değindiğimiz üzere, Uhud Savaşı’nda Peygamber’in amcası Hamza’yı öldürterek ciğerini çıkartıp çiğnemiş Hind binti Utbe’nin oğlu Muaviye…

Ve böylece başlayan Emevi “Sultanlığı” ile Peygamber’e halife arayışlarının İslâm’ı “Saltanat”a kurban etmesi gerçekleşir.

 Peygamber’in “tek bir Allah” diye diye mücadele ettiği putperest Ümeyyeoğulları’nın liderinin oğlu İslam’ı bu şekilde en “derinden” teslim almıştır ve bakın ne demektedir: “Yer Allah’ındır; ben de Allah’ın halifesiyim. Dolayısıyla ben Allah’ın malından ne alırsam, artık o mal benimdir”.[4]

Dikkat edin, Muaviye, Peygamber’i “baypas” ediyor! “Halife-yi Resulullah” olduğunu söylemiyor, “Halifetullah” olduğunu söylüyor.

“Allah’a yemin, sizi ateşte yakarım!”

Artık İslam da Allah da Kur’an da “iktidar yolu”nda birer araçtır. Söz gelimi Muaviye’nin oğlu, ikinci Emevi halifesi ve yine geçen haftaki yazıda bahsettiğimiz üzere Peygamber torununun katili Yezid'e ve Emevi saltanatına karşı beliren rahatsızlıklarla Mekke’de huruç edip sonra da halifelik iddiasıyla ortaya çıkan Abdullah b. Zübeyr de Mekke’de zemzem odasına hapsettiği “Ehl-i Beyt”ten (Peygamber soyundan) 24 kişiye bakın nasıl seslenmiştir:

“Kendisinden başka ilah olmayan Allah’a yemin ederim ki, ya bana biat edersiniz ya da sizleri ateşte yakarım”. [5]

İşte böyle… Al birini vur ötekine!..

Zalimin hakkından “Zalim” geldi

Abdullah b. Zübeyr’in üzerine ordusunu gönderen ve Kâbe’yi mancınıkların attığı ateşle yakmaktan bile geri kalmayan Yezid yine de onu alaşağı edemez. Yezid’in ölümünden sonra da biri Mekke’de (Zübeyr) diğeri Şam’da (Yezid’in oğlu Muaviye) iki halifelik ortaya çıkar. Ardından Şam’da Emevi saltanatı Ümeyyeoğulları’nın Ebu Süfyan/Muaviye soyundan, “Dört Halife”nin üçüncüsü Osman’ın amcaoğlu Hakem’in soyuna geçmiş ve Mervan oğlu Hakem halife olmuştur. Ama onun döneminde de Zübeyr, Hicaz’dan Yemen’e, Irak’a ve Horasan’a kadar halifeliğini paşa paşa sürdürdü. Ta ki Mervan’ın oğlu Abdülmelik halife olup valisi Haccac b. Yusuf, nam-ı diğer “Zalim Haccac”ı Zübeyr’in üzerine Mekke’ye gönderip onun hakkından gelmesini sağlayana kadar…

Buna da isteseniz zalimin hakkından “Zalim” ya da dinsizin hakkından imansız geldi deyin, fark etmez!..

Allah’ın evi, Saray’a amade!

Mekke kuşatmasında Kâbe’yi mancınıklarla yakıp yıkan, Zübeyr’i öldürüp cesedini kimilerine göre üç, kimilerine göre yedi gün çarmıha gerdirip teşhir eden Haccac o kadar zalimdi ki Mekke’den sonra Medine’ye yürümüş ve orada Peygamber’i gün yüzüyle görüp sevmiş “Sahabî”den kalanları da Zübeyr’e biatlerinden dolayı katletmiş ya da ellerini-boyunlarını dağlamacasına işkenceye uğratmıştır. Ona Allah’ı saltanatın emrine veren kişidir de denilebilir. Bakın, Zübeyr vartasını Haccac’la atlatmış Halife Abdülmelik yerine geçecek oğlu Velid’e ölüm döşeğinde nasıl vasiyet ediyor:

“Haccac’ı gözet ve ona ikramda bulun! Çünkü minberleri sizin emrinize veren odur! O senin kılıcındır ey Velid! Onun sana muhtaç olmasından ziyade sen ona muhtaçsın. Ben ölürsem, sana biat etmeleri için müslümanları çağır, kim başıyla sana ‘hayır’ derse, o kafayı kes! Sana karşı çıkanın boynunu vur, susup ses çıkarmayanlarsa zaten ölüdürler!..” [6]          

Minberlerin, yani camilerin, yani Allah’ın evinin, yani Allah’ın saltanatın emrine verilmesi!.. Aşina geliyor mu?!..

Demek ki dün neyse bugün de o: Mevzubahis iktidarsa din de iman da inanç da teferruat…

Kuran’ı ok yağmuruna tutan Halife

Yine de Emevi döneminde iktidar uğruna sergilenen fecaatlerin hiçbiri “Fâsık Velid” namıyla meşhur halife Velid b. Yezid’inki kadar zirve yapmamıştır. Gece gündüz şarap içmesiyle mâruf bu sefih “İslam Halifesi”, kendi üstüne alındığı bir âyetten dolayı öfkelendiği Kur’an’ı ok yağmuruna tutacak kadar ileri gitmiştir. Tarihçi Mes’ûdi’ye kulak verelim:

“Bir gün Velid «Peygamberler fetih istediler ve bütün inatçı [despot] zalimler ümitlerini kaybettiler. Onun arkasında cehennem olup, ona irinli su içirilir» ayetini okuyunca kızdı ve bir Mushaf istetip onu bir yere çaktı ve ok yağmuruna tutarak şöyle söylenmeye başladı Kur’an’a: «İnatçı zalimleri mi tehdid ediyorsun? İşte ben o inatçı zalimim! Kıyamet’te Rabbine kavuşunca O’na dersin ki beni yırtan Velid’dir.»” [7]

Abbasilerin Emevi Soykırımı

Yukarıda aktarılanlardan İslâm’da iktidar melânetinin Dört Halife ve Emevi dönemlerinde yoğunlaştığı gibi bir izlenim oluşmasın. Abbasi Dönemi de öncekileri aratmayacak örneklerle karşımıza çıkar. Burada yer kalmadığı için ancak “Başlangıç”a ve ilk Abbasi halifesi Abdullah b. Abbas’a, nam-ı diğer “Seffah (Kan Dökücü) Abbas”a değinerek bitirelim.

Son Emevi halifesi Mervan b. Muhammed’e başkaldırıp onu Şam’dan Mısır’a ve Afrika’ya kadar kovalayıp nihayet onun kesik-başı huzuruna getirildiğinde İslâm tarihinde Abbasiler döneminin önünü açan Abdullah es-Seffah, Ümeyyeoğulları’nın Emevi Saltanatı ile Peygamber’in boyu Haşimoğulları’ndan “rövanş”ının rövanşını almıştır denilebilir!.. O, Emevilerden kimseyi sağ bırakmadı. Sadece bir “Emevi Soykırımı” gerçekleştirmekle de kalmadı, Muaviye başta olmak üzere Emevi halife-sultanlarının kabirlerini açtırıp cesetlerinden kalanları da yaktırdı.[8]

Abdullah’ın “Seffah” olmakla nasıl övündüğü de Kûfe’de kendisine biat edildikten sonra yaptığı şu konuşma ile örneklenebilir:

“İslâm’ı kendisi için seçen, onu yücelten, onu şereflendiren ve onu büyüten Allah’a hamdolsun. (…) Ümeyye ailesi (…) idareleriyle Allah’ı gazaplandırdılar, Allah da bizim ellerimizle onlardan intikam aldı. (…) Biz Ehl-i Beyt’in Allah’tan başka yardımcısı yoktur. Ey Kûfeliler, bizim sevgi kaynağımız ve dostluk yuvamız sizlersiniz. Durumunuzu hiç değiştirmeyiniz. Maaşlarınızı yüzde yüz artırdım. Ben hoş gören, Kan Dökücü, darmadağın eden bir öfkeyim!” [9]

İşte size “İslâm’da İktidar”ın denilebilir ki en “şefkatli” ifadesi:

“Allah’a hamdolsun ki ben hoş gören, kan döken, darmadağın eden bir öfkeyim!..”


[1] Talal Asad, “Anthropological Conceptions of Religion”, Man, 1983.

[2] Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’ân-ı Kerîm Tefsiri – Cilt: 1, Milliyet Yayınları, 1995. 20-25.

[3] Abdülbâkıy Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslâm Mezhepleri ve Şîîlik, Der Yayınları, 1979, s. 63.

[4] Aktaran, İhsan Süreyya Sırma, Hilafetten Saltanata Emeviler Dönemi, Beyan Yayınları, 1995, s. 34-35.

[5] Akt., Sırma, aynı kitap, s. 62.

[6] Akt., Sırma, aynı kitap, s. 70.

[7] Akt., Sırma, aynı kitap, s. 121-2.

[8] İhsan Süreyya Sırma, Abbasiler Dönemi, Beyan Yayınları, 1995, s. 14-16.

[9] Akt., Sırma, aynı kitap, s. 17.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi