Atatürk ve Akıl

Geçen hafta “Din ve Akıl” başlıklı bir yazı yazmıştım. Birkaç gün sonra Samsun’da yaşananlar bu konu üzerine biraz daha düşünmek gerektiğini gösterdi hepimize. Atatürk heykeline saldıranların asıl amacının provokasyon olması… Bu saldırıyı yapanların uyuşturucu kullanmaktan hüküm giymiş olmaları falan… İnanın zerre kadar umurumda değil. Benim derdim, bu ve benzeri saldırıların akla karşı yapılmış olması. Bu yazı, akla karşı savaş açan akılsızlara ithaf edilmiştir.

Evet… Samsun’da yapılan bu saldırı bir heykele (o akılsızların deyimiyle puta) değil, akla yapılan bir saldırıdır. Sadece bu değil, Atatürk’e yapılan her türlü saldırı akla karşı yapılmıştır. Şimdi gelin neden öyle olduğunu akıl yoluyla anlamaya çalışalım.

Bundan yaklaşık 2.500 sene öncesine gidelim… İnsanın aklını sistematik bir biçimde kullanmaya başladığı, felsefenin, bilimin kurulmaya başladığı yıllara. Pythagoras’ı hemen hemen hepimiz biliriz. Hani şu dik üçgenin en uzun kenarının (hipotenüs) uzunluğunu bulmamıza yarayan formülü (a2 + b2 = c2) insanlığa hediye etmiş olan adam. Hatırladınız değil mi? İşte aklın sistematik olarak kullanılmasının tarihteki ilk örneklerinden biri. Bu sistematik akıl kullanımıyla Pythagoras geometrinin, aritmetiğin, bilimin, felsefenin de kurucularının başında gelir. Hatta sayılar arasında gördüğü ilişki sayesinde müzikteki gam diziliminin de mucididir. Ama bilir misiniz ki aynı Pythagoras kendi adıyla anılan bir de tarikat kurmuştur. Kullandığı bu aklı, ananca devşirmenin peşine de düşmüştür. Sayıları evrenin tözü olarak adlandırmış, buradan hareketle evreni de sayılarla açıklama yoluna girişmiştir. Yani aklın bir ürünü olarak ortaya koyduğu sayıları bir inanç malzemesi haline de getirmiş ve buradan kendisi ve kurduğu tarikat için siyasal güç de devşirmiştir.

Pythagorasçı sistemde sayılar aklı temsil eden araçlar olarak kullanıldığında, çok işe yarayan bir unsurdur. Ama Pythagorasçılar sayıların evrenin tözü olduğuna dair bir inanç geliştirdiklerinde karşılarına pek çok sorun çıkmaya başlamıştır. Bu sorunların başında gelen kavram irrasyonel sayılardır. Yine bir Pythagorasçı olan Hippasos a2 + b2 = c2 formülünden yola çıkarak irrasyonel sayıları keşfettiğinde “evrenin tözü” olarak kabul edilen rasyonel sayıların mükemmelliğine halel getirmiş, yani tarikatin inancıyla kurduğu evren açıklamasına ters düşen akılcı bir kanıt bulmuştur. Ve rivayet odur ki Hippasos bu buluşuyla işlediği günah nedeniyle Pythagorasçılar tarafından boğularak öldürülmüştür.

Bu kıssadan çıkaracağımız bir hisse varsa o da şudur: İnanç akıl sahibini fiziksel olarak öldürebilir, ama onun fikrine asla zarar veremez. Çünkü inanç, Hippasos’u öldürebilir ama irrasyonel sayıların kılına bile dokunamaz. Pythagoras aklının ortaya koyduğu sayı kavramı bilimsel alanda tıkır tıkır işlerken, Pythagoras inancının aynı kavram üzerinde yürüyemediğini, tökezlediğini görüyoruz. Bu hikâye dogmatik inancın nasıl bir felakete yol açtığını gözler önüne sermek açısından çok önemli.

Lafı ta Pythagoras’tan açmış olmam kimileri tarafından “konuyu dağıtmak” olarak değerlendirilebilir. Oysa konun tam da kalbidir burası. Çünkü Pythagoras insanın iki temel halini tek bir bünyede toplayabilmiş bir figür. Biri akılla, diğeri ise içinde akıl barındırmayan, akıldan korkan inançla hareket insan.

Mustafa Kemal Atatürk’ün bu ülke için esas olarak ne yapmak istediği biraz olsun düşünen insanlar için çok açık. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra çevresindekilerin “Başardık paşam, zaferle bitti…” sözlerine karşı “Hayır. Asıl mücadele şimdi başlıyor…” demesinin arkasında görebilirsiniz onun esas niyetini. Türkiye Cumhuriyeti ve onun vatandaşları için esas kurtuluşun silahla değil, akılla kazanılacak zaferde olduğunu söylüyor. Onun gerçek hedefi ve esas devrimi bu milletin hayatının merkezine aklı koymak istemesindedir. Ölümü pahasına hakikati savunan Sokrates’in aklını, aklı sayesinde bulduğu hakikati gizlemeyen Hippasos’un aklını…

İçinde akıl olmayan inancın dayanamadığı, hazmedemediği şey işte budur. Ama akılsızların asla Hippasos’un ne kadar güçlü olduğudur. Hippasos’u öldürseler bile irrasyonel sayıların sonsuza kadar var olacağı gerçeğidir. Atatürk’ün gücü de esas olarak şu sözünde saklı değil mi? “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır. Fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.” Nasıl da bilerek, nasılda da büyük bilinçle söylenmiş bir söz…

Atatürk’ün esas devrimi olarak görülmesi gereken bilimsel ve felsefi aklın en önemli göstergelerinden biri de şu sözü değil mi? “Eğer bir gün benim sözlerim bilimle ters düşerse, bilimi seçin.” Bu sözü Atatürk’ün söyleyip söylemediği konusunda tartışmalar var. Diyelim ki birebir bu kelimelerle söylemedi. Ama yaptıklarına baktığınızda, her hareketiyle bu sözü ifade etmedi mi? Cem Say twitter’da şu alıntıyı paylaşmış. Aynı şeyi ifade etmiyor mu? “Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır. Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü güçlükler önünde, belki amaçlara tamamen eremediğimizi, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.”*

Tıpkı Samsun’da Atatürk heykeline saldıran akılsızlar gibi onun her türlü varlığına saldıran akılsızlar oldu bu ülkede. İçinde akıl olmayan inançlarıyla yapmaya çalıştılar bu sonuca ulaşamayacak eylemlerini. Bilmem hatırlar mısınız? Bundan yaklaşık 10 yıl kadar önce 10 Kasım’da verdiği ilanlarla da hep konuşulan bir holding “Olmasaydın olmazdık” diyen bir ilan yayınlamıştı. Ne demek istediği çok açık olan bu sözü hazmedemeyen akılsız inançlı bir başkası da “Olmasaydı da olurduk” diye ilan yayınlamış ve tüm akılsızlığını sergilemişti. Bu cevabını savunurken de özet olarak akıl yoksunu şu sözleri söyledi: “Bu, İslami düşünce tarzına göre kabul edilemeyecek, doğru olmayan bir ifadedir… Biz Müslümanların İslam inancına göre Cenâb-ı Allah’tan başka olmayanı olduran, yoktan var eden bizim inancımızda yoktur… İslami olarak Mustafa Kemal olmasaydı biz olur muyduk? Evet olurduk. Bilimsel olarak Mustafa Kemal olmasaydı biz olur muyduk? Evet olurduk… Mustafa Kemal’in yaptığı ilke ve inkılapları çok tasvip etmiyorum. Bizim tarihsel arka planımıza, var olan medeniyetimize uygun bulmuyorum. Onun dünya okumasını paylaşmıyorum, gelecek perspektifini paylaşmıyorum. Ama bu, Mustafa Kemal’e has görüşüm değil. Bunu Mustafa Kemal değil de herhangi başka birileri de yapsaydı, ben onlardan da hazzetmezdim…”

Sözlerinin sonundan da anlaşılacağı gibi bu arkadaşın da derdi Atatürk’ten ziyade onun temsil ettiği akılla. Şimdi bu sözler neden akıldan yoksun, ona bakalım. Bir kere eleştiri yaparken kurmaya çalıştığı argümanın ilk öncülü akılla değil inançla söylenmiş bir söz. Yani (geçen haftaki yazıda da belirtmeye çalıştığım gibi) akıl yürütmesinin öncülü akılla değil, inançla söylenmiş bir söz.  Ayrıca şunu da bilmiyor ki “olmasaydın olmazdık” ontolojik bir varlıktan bahseden bir söz değildir. Yani bir madde olarak “var olmak”tan değil, insan olarak “olmak”tan bahsediyor. Oradaki olmak, kendini bilmekle, kendini inşa etmiş olmakla ilgili, yani etik bir kavram. “Olmasaydın da olurduk” ilanı veren arkadaşın akılsız inancının kaynağı en baştaki işte bu yanlış anlaması, ya da ne kadar uğraşsa da anlayamayacağı şey. O ilanı verdiği zaman kendisine sosyal medyadan verdiğim cevabı burada da tekrarlamak isterim. Biraz sert bir cevap ama bence verilmesi gerekiyor.

“Olmasaydın da olurduk” diyen insan zerresi şimdi de “Biz bilimsel olarak yanlış bir şey söylemedik” demiş. Biyolojik olarak doğmuş olma ihtimalin var tabii. Ama bilmediğin şeyler var güzel kardeşim. Senin olmak dediğin yeryüzünde nefes alıp vermek. Hani senin yaptığın tek şey. Ama biz ona “olmak” demiyoruz. “Olmak ya da olmamak. İşte bütün mesele bu.” bildin mi?

Hani Shakespeare evreni sorgular, onu anlamaya çalışır. Bir de şey var... “Düşünüyorum, öyleyse varım.” bunu bildin mi? Hani Descartes her şeyden şüphe eder, her şeyi sorgular ve kendi aklına varır. Oradan kendi varlığını kanıtlar (ve bilmem bilir misin) oradan da Tanrı'nın varlığını kanıtlar. Yani “olmak” için bir yumurta bir de sperm zerresi yetmez... Akıl gerekir. Elalemle sidik yarıştıracağına, boyundan büyük bilimsel(!) laflar edeceğine aç biraz tarih, edebiyat, bilim, felsefe oku. Mustafa Kemal olmuş ya da olmamış... Sana ne fayda? Sen olmayı beceremedikten sonra.

Olmasaydın da olurduk diyenler, sözüne Atatürk içki içerdi diye başlayıp onu ayyaşlıkla itham edenler, laikliğe saldıranlar, heykellerini yıkmaya çalışanlar, onun getirdiği aklın ürettiği sanata tükürenler bilmiyorlar ki bedenler ölür ama fikirler ölemez. Onlar akıllarını kullanmadıkları için arkalarından yaşayacak bir tanecik olsun fikirleri yok. O yüzden bedenleri öldüğünde kelimenin tam anlamıyla göçüp gidecekler bu dünyadan.

* Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3; İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi