AYNI ORMANIN AYNA ÇOCUKLARI

Afrika’nın ortasından çok küçük gruplar halinde yola çıkan Homo Sapiens, tüm dünyaya yayılmış, belki de diğer bazı türlerin yok oluşunu hızlandırmış ve doğayı kontrol etmeye başlamıştı. Türk, Amerikalı, İngiliz, Afrikalı, çekik gözlü, beyaz, siyah, kadın, erkek hepimizin ana atası olan tek bir hücreden gelen Sapiens; ırk, din ve hammadde savaşları adına milyonlarca insanı yok etti, katliamlar yaptı ve unutulmaz acılara neden oldu. Ama aynı Sapiens’in bu yolculuğu sayesinde de en güzel şiirler yazıldı, şarkılar söylendi, eserler meydana geldi, bilimde çok hızlı buluşlar sergiledi, önce Ay’a, sonra Mars’a gidildi…

“Biz senle
Aynı yağmurdan dökülen
Ayrı dağlardan süzülen
Aynı denizde can veren nehirler gibiyiz

Biz senle ayrı yerlerde
Aynı hayale kapılmış
Aynı ormanda kaybolmuş çocuklar

Biz senle
Aynı yerinden vurulmuş
Aynı yerinden kanayan
Aynı yerinden acıyan
Aşıklar gibiyiz.”

(Cem Adrian-Biz Senle)

Dünyada ilk çiçeğin yüz milyonlarca yıl önce açmış olduğu tahmin ediliyor. Nerede, hangi bitki üzerinde açtığını kesin olarak bilmiyoruz. Ancak, Öz’ünün nelerden oluştuğunu ve tek başına, dünyadaki ilk ve tek çiçek olarak yüzünü güneşe döndüğünü biliyoruz. Muhtemelen doğal şartlar ve kendisi için daha tam uygun ortamın oluşmaması nedeniyle çok uzun süre yaşayamadı. Ama açmıştı işte. Güneşe bakıyordu…

O çiçek dünya üzerinde açtığında herhangi bir savaş yoktu. Sanayileşme, özel mülkiyet, milliyetçilik, devletler, kadın cinayeti, ırkçılık, atom bombası, politika, sömürü, birbirini boğazlayanlar, inançları uğruna başkasını katledenler, din savaşları, vasat seviciliği, yandaş medya, Twitter, ittifaklar, seçimler, ten rengi nedeniyle köle yapılan siyahi, eşcinsel diye öldürülen genç… Felsefe, şiir, müzik, bizi güldüren espriler, ağlatan şarkılar, hayal kırıklıkları, cesaret, korkaklık, eşitlik, kardeşlik, sevişme, aşk… Bunların hiç ama hiçbiri yoktu.

Bitkiler ve ağaçlar yüz milyonlarca yıldır güneş ışıklarını yapraklarında biriktirip dönüştürerek dünya atmosferini oksijenle dolduruyordu. Bir anlamda dünyanın ilk güneş panelleriydi onlar.

Suyun altında ise bambaşka bir hayat vardı. Burası, karadan farklı olarak kendine ait kocaman bir yaşam döngüsü barındırıyordu. Doğa, evrim aracılığıyla tek bir hücre ile başlattığı mucizesini gösteriyordu.

Karadaki o ilk ve tek çiçek güneşe bakarken, suyun altında güneş ışıkları nedeniyle göz çukurları çoktan oluşmuş olan deniz canlıları da o ışığı daha fazla görmek için biraz daha yüzeye doğru çıkıyordu. Birbirinden değişik balıkların içinde av olanlar da vardı, avcı olanlar da. Ancak avcılar öldüklerinde bu defa avladıkları balık türlerinin yemeği, yani av oluyordu. Doğada tek bir hücreden başlayan süreç yine birbirinin içerisindeydi. Balıklar, muhtemelen bugün de olduğu gibi bütün yaşamı sadece su zannediyordu. Tıpkı bizim bütün yaşamı sadece duyularımızla algıladığımız kadar zannetmemiz gibi.

KADERİMİZİN DEĞİŞTİĞİ DÖNEMLER

Peki yaşam sadece suysa, Tiktaalik, (Karaya çıkan ilk canlı) karaya neden çıkmak istedi? Yaşamın aslında algılanandan çok daha sonsuz olduğunu düşündüğü için mi, yoksa şartlar mı onu itekledi buna?

Onun bulunduğu su çekildiyse ve yaşamak için karadan başka seçeneği kalmadıysa? Korktu belki de av olmaktan, ya da bilmediğimiz başka bir tehlike vardı ve çıkmak zorundaydı işte… Bu üzücü gibi görünen tablo olmasaydı, şu an ne ben ne de bu yazıyı okuyan kimse olmayacaktı. Çocuklarınız, sevdikleriniz, hatıralarınız, hayalleriniz, sevdiğiniz şarkı, ettiğiniz dans, okuduğunuz kitap, izlediğiniz film… Hiçbiri olmayacaktı. Hepimiz, o Tiktaalik’e ve onu karaya çıkmaya zorlayan doğa şartlarına büyük bir teşekkür borçluyuz.

O açan ilk çiçekten yüz milyonlarca yıl sonra…

Karada yaşam çeşitlenirken ve yayılırken, geçen milyonlarca yıl sonrasında Hominidler, iki ayak üzerinde duran Australopithecus, alet yapan Homo Habilis, dik duran Homo Erectus, Neandertal derken en sonunda Homo Sapiens’e, yani bizlere geldik. Yolculuk devam ediyor.

Bir araziye, alete, ağaca, hayvana ya da başka bir insana ilk kim “O benim, bana ait” dedi, bilmiyoruz. Ama “benim” diyerek başlayan ve “bizim” faslına dönüşen özel mülkiyet kavramıyla birlikte insanlığın büyük bir değişim ve dönüşüme girdiğini biliyoruz. Kültür dönüşümüyle birlikte yaşam biçimleri bambaşka bir hal aldı.

Bundan yaklaşık 10 bin yıl önce ‘Bereketli Hilal’ dediğimiz Fırat ve Dicle arasındaki bölgede cemi cümlemizin hayatını değiştiren bir şey yapılmaya başlandı: Tarım…

Avcı-toplayıcı insan, yaşamını daha da kolaylaştıran, yiyecek stoklayabileceği ve bu sayede de hayat süresini uzatan tarıma geçişle yerleşik yaşama geçmiş oldu. O gezen, toplayan ve avlayan eşit küçük gruplar şimdi suyun kenarında ekiyor, biçiyor, depoluyordu. Kışın elde kalan bolca boş vakitte de sosyalleşmeye başlıyor, dedikodu yapıyor, kavga ediyor, sevişiyor, gülüyor, şarkı söylüyordu. Suyun kenarında olmak demek hayatta kalmak için avantajdı. Acaba bizdeki bir deyim olan “Suyun başını tutmuş” ta o zamanlar da söyleniyor mudur?

DEVLETİN DOĞUŞU

Yaşam ömrü uzamaya ve suyun kenarına yeni insanlar gelmeye başlayınca bir nüfus patlaması yaşanıyor. O güne kadar hiçbir insan topluluğu bu kadar nüfusla bir arada yaşamamıştı. İnsanlığın böyle bir pratiği yoktu. Ayrıca arada saldırıya uğruyorlardı. Keskin aletlere sahip avcı toplayıcı bazı gruplar ya da yerleşik yaşama sahip başka insanlar müdahale ediyordu. Yemeğe, hayvana belki de insana el koyabiliyorlardı! Peki yerleşik insanlar ne yapacaktı? Kendilerini korumak, hayatta kalmak zorundaydılar ama saldıranlar fiziksel olarak daha güçlüydü.

Birileri ırkçılık, dinbazlık, ötekileştime yaptığında; hatta kendinizin yaptığını fark edip öfkelendiğinizde bir an durun, gözlerinizi kapatın ve açan ilk çiçeği düşünün. Karada açan, hür ve yüzünü güneşe dönmüş o ilk çiçeğe yüzünüzü dönün…

O zaman kendi içlerinde fiziksel olarak, belki de her aileden bir kişi seçilerek koruyucu bir grup oluşturdular. Bu koruyucular tarım yapmayacak, egzersiz yapacak, güçlenecek ve saldırı silahı kullanmayı öğrenecekti. Topluluğu koruyacaklardı. Topluluk da onların gıda ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacaktı. İlk ordunun temelleri işte böylece atılmış oldu. Peki, bu insanların ne kadar ihtiyacı olduğu nasıl belirlenecek ve kimden ne toplanacak? İlk vergi sistemi ve vergi memurlarının temelleri atılıyordu. İki aile kavga ediyor sulama ya da evlilik için, yaralamalar oluyor hatta cinayetler işleniyordu. Kimin haklı olduğu nasıl belirlenecek ve buna kim karar verecekti? En yaşlılardan bir heyet kuruldu, belki de tarihteki ilk hakimler onlardı. Peki tehlikeli davranan bir topluluk üyesini nasıl kontrol edeceklerdi? Toplumun genelini nasıl koruyacaklardı? Sağlam ve demirden parmaklıkları olan kafesler yaptılar. Tehdit görülen kişiler burada tutuldu. İlk cezaevleri de böylece hayatımıza girmiş oldu.

Yılın belirli dönemlerinde su taşıyor, sel oluyor bu da ekinlere zarar veriyordu. Ekin ve gıda her şeydi. Gökyüzünü izlediler, bunun belirli zaman aralıkları ile düzenli olduğunu fark ettiler. Hesaplama yapmaya başladılar. Matematiğin, geometrinin ilk bulucusu, bilim insanları ortaya çıktı. Ve devlet, bu süreçte kendisini inşa ediyordu.

Bu süreçte yerleşik insan yavaş yavaş ve ihtiyaçlar çerçevesinde güvenlik ve hayatta kalmak için iktidarını devrediyordu.

AVCI MI TOPLAYICI MI YERLEŞİK İNSAN MI DAHA MUTLUYDU?

Yaşam sürelerine ve yaşadıkları zorluklara bakarak avcı toplayıcıların çok mutsuz oldukları gibi bir yanılgıya kapılabiliriz. Oysa durum tam tersi de olabilir. Özel mülkiyet kavramı olmayan, doğa ile uyum içinde yaşayan, kendisini doğanın sahibi değil; doğanın bir parçası kabul eden avcı toplayıcılar belki de günümüz bilgi çağı insanından çok daha mutluydu. Dönemin koşulları içerisinde balık tuttukları olta ile günümüzde Mars’a gönderdiğimiz uzay araçları arasında sadece bir virgül kadar fark var.

Açan o ilk çiçekten milyonlarca yıl sonra…

Tarım devrimi ile kentlerin sayısı yüzbinleri buldu. Doğanın yapısı insan eliyle değişmeye başladı. Klanlar, soylar, derebeylikler derken Milliyetler icat edildi. Devletler artık organize kocaman yapılar haline geldi. Tek tanrılı dinlerle birlikte insanlık kitlesel halde organize edilebiliyordu. Milliyetçilik de büyük kitleleri hep bir arada tutmak ve organize etme gücünü verdi. Sanayi devrimiyle beraber kentlerde nüfus patlamaları yaşandı.

Afrika’nın ortasından çok küçük gruplar halinde yola çıkan Homo sapiens, tüm dünyaya yayılmış, belki de diğer bazı türlerin yok oluşunu hızlandırmış ve doğayı kontrol etmeye başlamıştı. Türk, Amerikalı, İngiliz, Afrikalı, çekik gözlü, beyaz, siyah, kadın, erkek hepimizin ana atası olan tek bir hücreden gelen H. sapiens; ırk, din ve hammadde savaşları adına milyonlarca insanı yok etti, katliamlar yaptı ve unutulmaz acılara neden oldu. Ama aynı H. sapiens’in bu yolculuğu sayesinde de en güzel şiirler yazıldı, şarkılar söylendi, eserler meydana geldi, bilimde çok hızlı buluşlar sergiledi, önce Ay’a, sonra Mars’a gidildi. Yaşam süreleri çok daha uzadı.

Ay’a bakarak hayal kuran avcı toplayıcı ile Ay’a giden torunları arasındaki zaman dilimi Kosmoz takviminde çok ama çok küçük bir süre.

Aynı ormanda birbirinin aynası olan Sapiens’in yolculuğu devam ediyor. Bu yolculukta ürettiği her şey de heybesinde.

Birileri ırkçılık, dinbazlık, ötekileştirme yaptığında; hatta kendinizin yaptığını fark edip öfkelendiğinizde bir an durun, gözlerinizi kapatın ve açan ilk çiçeği düşünün. Karada açan, hür ve yüzünü güneşe dönmüş o ilk çiçeğe yüzünüzü dönün!..

(Not: Yeniden çok teşekkürler Tiktaalik!..)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi