“BABA VE OĞLUNU YOLDA SINAMAK İSTEDİM”

‘Ucunda Ölüm Var’, ‘Aşıklar Bayramı’ ve ‘Babamın Bağlaması’. Birbirini takip eden fakat her biri ayrı ayrı da okunabilecek bir üçleme. Bu üçlemede ölülerin arkasından ağıt yakan bir kadın, sevdalandığı saz ve söz ustası Heves Ali ve Yusuf’un hikâyesini okuyoruz.

‘Ucunda Ölüm Var’ kitabında ağıtçı kadınla tanışıyoruz. Heves Ali’yi bulmak için diyar diyar gezen, farklı insanların ölülerine ağıtlar yakan ve ağıt yaktığı her insanın hikâyesini içli bir şekilde anlatan bir kadın Ağıtçı kadın. Kitabı okurken sesi, saçları, yüzü, her tarafından yama sarkan giysisi gözünüzde canlanıyor. Heves Ali’yi onunla birlikte aramaya başlıyorsunuz. ‘Aşıklar Bayramı’ kitabında ise Ağıtçı kadının bulmaya çalıştığı Heves Ali’yle tanışıyoruz. Bu sefer oğlu Yusuf da hikâyenin içinde. 25 yıl boyunca oğlunu bir kez dahi arayıp sormayan bir baba Heves Ali. Bir gün ansızın çıkageliyor, oğlunun kapısını çalıyor ve hikâye başlıyor.

Edebiyata şiir yazarak başlayan Kemal Varol’un romanlarında da aynı şiirsel dili yakalamak mümkün. Zaten tam da bu nedenle bu insanların hikâyelerine dahil oluyoruz ve her birimiz farklı duygular yaşıyoruz. Netflix’te yayınlanan Settar Tanrıöğen ve Kıvanç Tatlıtuğ’un baba ve oğlu canlandırdığı ‘Aşıklar Bayramı’ filmini izleyenler bu baba ve oğulun hikâyesine elbette aşina. Kitabı okuyanların filmden aynı tadı alamadığına ilişkin eleştirilere filmin de senaristliğini üstlenen Kemal Varol “Filmde bir hikâyeden çok bir duyguyu göstermeye çalıştık. Büyük hikâyelere odaklanmış, başı sonu belli hikâyelere şartlanmış izleyiciyi ikna etmek zor elbette. Ama içime fazlasıyla sinen bu filmde, bir baba oğulun son üç günü, gerçek hayattaki gibi suskunluklarla, o onarılamaz yarayla örülmesi benim için etkileyiciydi” diyor. Aşıklar Bayramı’nın ardından Babamın Bağlaması kitabının henüz filme uyarlanıp uyarlanmayacağı belli değil. Kitapta baba ve oğlun yolda geçen üç günü anlatılıyor. Varol, “Baba için tükenen, oğul için yeni başlayan bir yol. Onları o yolda sınamak istedim. Çünkü yol aynı zamanda iyi bir sınanma yeridir” diyor.
Kemal Varol’la üç kitabından yola çıkarak Ağıtçı Kadın’ı, Heves Ali ve oğlu Yusuf’u, ‘Aşıklar Bayramı’ filmini konuştuk.
● Birbirini takip eden üç kitabınız yayımlandı. ‘Ucunda Ölüm Var’ kitabınızda Heves Ali’ye sevdalı, onu arayan ağıtçı kadını okuyoruz. Ardından ‘Aşıklar Bayramı’ kitabınız geldi, filme de çekildi. Son yayımlanan kitabınız da ‘Babamın Bağlaması’. Bu hikâyeyi başından sonuna anlamak için ilk kitaptan başlayarak mı okumamız gerekir?
Aslında bu üç roman birbirinden bağımsız bir şekilde de okunabilir. Ama diğer yandan birbiriyle dolaylı bağları olan üç roman bu. Okur için yayım sırasını takip ederek okumak farklı bir deneyim olacaktır kanımca. Böylece, bazı kahramanların değişik zamanlarını, değişik yüzlerini ve alımlanma biçimlerini görmüş olacaklar.
● Başta aklınızda sadece Heves Ali’nin hikâyesi mi vardı? Yoksa Ağıtçı Kadın mı sizi bu hikâyeye sürükledi?
Aklımda önce Ağıtçı Kadın hikâyesi vardı. Türkiye’nin zor zamanlarını, bir türlü çözemediği politik meselelerini anlatmak gibi bir derdim vardı. Türkiye’ye ağıt yakmak gibi bir dert de denebilir Ucunda Ölüm Var romanım için. Ağıtçı Kadın tam da böyle bir ihtiyaçtan doğdu. Ama öte yandan, bu kadının kendi hikâyesi de beni kendine çekmeye başladı. Heves Ali hep bir siluet, bir hatıra olarak vardı bu romanda. Bu romanı yazarken Heves Ali’den ziyade Ağıtçı Kadın’la ilgiliydim. Ama roman yayımlandıktan sonra acaba Heves Ali nasıl bir hayat sürdü, geride Ağıtçı Kadın’ı bıraktıktan sonra neler yaşadı diye bir soru sordum ve o sorulardan çıktı kahramanım.
● Bu bir yol ve babayla oğulun hikâyesi. Neden bu baba ve oğlunun hikâyesini anlatmak istediniz? Sizin yaşamınızdan da izler var mı kitapta?
Bu hikâyede doğrudan kendi hayatım yok tabii ki. Ama duygular, kendi baba-oğul deneyimim, kendi babamın oturup kalkması, susması, kederlenmesi, hayatla ilgili bakış açısı elbette sızmıştır metne. Baba ve oğlu yolda yan yana getirmek istedim. Baba için tükenen, oğul için yeni başlayan bir yol. Onları o yolda sınamak istedim. Çünkü yol aynı zamanda iyi bir sınanma yeridir. Yolda hesaplaşsınlar istedim. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum ama dertleri yolda gün yüzüne çıksın istedim.
● “Her çocuğun ruhunda bir yara vardı ve o yaralar sıradan bir yara bandıyla kapanmıyordu. Belki de bu yüzden babamla olan derdim bir türlü sona ermiyordu” diye yazıyorsunuz. O yara sizin için de kapandı mı? Yazmak yaranıza merhem oldu mu?
Yazı benim yol arkadaşımdı başından beri. Tüm dertlerimi, şahsi, politik tüm meselelerimi hep yazıda sınadım ben. Çocukluk meselesi de öyle. Çocukluğun yaralarını yazıda anlamaya çalıştım. Yazı yaralarımızı bütünüyle kapatmaz ve iyi bir yara bandıdır belki de. Kitaplar olmasa, bazı meseleleri günlük hayatta hiç konuşmayacağız sanırım.

“ASIL DERDİM; OKURUN YARAYA SABIRLA BAKMASINI SAĞLAMAKTI”
● Boğazımda bir yumruyla kitaplarınızı okudum. Sessizlik, yıllar süren ayrılık, dargınlık, konuşulamayanlar, gidilen yollar, Yusuf’un ve babasının düşüncelerindeki gelgitler… Okuru sürükleyen ama bir yandan da bu baba oğulun hikâyesi için sabırlı olmaya da çağıran bir metin değil mi?
En zoru o sabırdı belki de benim için. Bir metni katman katman örmek, kahramanlarım gibi derin bir suskunluğa bürünmek, ağızları bıçak açmayan ama içlerinden gürül gürül konuşan o baba oğula kulak vermek, meselelerini yavaş yavaş gün yüzüne çıkarmak… Asıl derdim bir sürüklenme değildi. İkinci tespitiniz gibi, bir yaraya sabırla bakmalarını sağlamaktı.
● Âşıklar Bayramı kitabınızda “evimde yorganıma sarınıp uyumaktan, en fazla Aylın’ı düşünmekten başka hiçbir şey istemiyordum. Ama hayat, yakın ya da uzak akrabalar, anne babalar ve hayırsız kardeşlerle örülüydü ve hepsi zaman zaman kimi köşelere kurulup hayatımızı mahvetmek için bekliyorlardı belki de” diye yazıyorsunuz. Aristoteles “Trajedi ailede başlar” der. Bu baba oğulun ilişkisini de öyle mi okumak gerekir?
Ben aile meselesine Aristoteles gibi değil de, daha çok Kafka’nın baktığı gibi baktım sanırım. Trajedi yerine yara kelimesini tercih ediyorum. Kafka, Bir Köy Hekimi’nde, “güzel bir yarayla geldim dünyaya, varım yoğum buydu,” der. Çocukken talihsizlik sandığım şeyin talihimin iyi bir parçası olduğunu sonradan anladım. Baba-oğul meselesini de galiba böyle çözdüm kendi içimde. Romanlarıma da bu yönüyle sızdı. Güzel bir yara olduğunu bilerek…

ŞAİRLİKTEN YAZARLIĞA EVRİLEN BİR SERÜVEN

' Şiir yazarak edebiyat dünyasına adım atan Kemal Varol’un, ilk şiir kitabı Yas Yüzükleri 2001 yılında yayımlandı. Ardından Kin Divanı (2005) ve Temmuzun On Sekizi (2007) isimli şiir kitapları geldi. Demiryolu Öyküleri (2010) ile Memleket Garları (2012) isimli derleme kitaplarını kaleme aldı. İlk romanı; Jar, 2011’de yayımlandı. Hemen ardından ikinci romanı; Haw yayımlandı ve bu kitabıyla Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’nü kazandı. 1990’ların siyasi ortamını bir köpeğin gözünden anlattığı romanı, Sabitfikir jürisi tarafından belirlenen “2014 yılının öne çıkan 50 romanı” listesinin ilk sırasında yer aldı. Ayrıca Haw isimli romanın çevirisi, 2017 yılında PEN Çeviri Ödülü alan 15 kitaptan biri seçildi. Ağıtçı kadını anlattığı Ucunda Ölüm Var adlı romanı 2016 yılında yayımlandı. Sahiden Hikâye adlı kitabıyla da 2018 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na ve 2019 NDS Liseliler Edebiyat Ödülü’ne, Âşıklar Bayramı adlı romanıyla da 2019 Dünya Kitap, Yılın Telif Kitabı Ödülü ve 2020 yılında 5. Attilâ İlhan Roman Ödülü’ne değer görüldü.

“ARKANYA EDEBİ COĞRAFYAM”
● Bir söyleşinizde “Edebiyatta yapmaya çalıştığım şey hayali memleket kurmak” diyorsunuz. Bunun sizin için bir edebi oyun da olduğunu ifade ediyorsunuz. Arkanya’da böyle bir yer mi?
Arkanya benim edebi coğrafyam. Kendi kasabamdan izler vardır elbette ama orası dilediğimce eğlenebildiğim bir rüya kasabası aynı zamanda. Aşıklar Bayramı’nın sinema filmini izleyenler fark etmişlerdir. Bu kasabaya hayali bir trafik plakası bile yaptık filmde. Edebi oyunlarımı özgürce kurgulayabildiğim, içine dilediğim her şeyi boca edebildiğim, hayali memleketimde özgürce koşturabildiğim bir yer benim için aynı zamanda. “Nerelisiniz?” sorusuna vereceğim cevap benim için Arkanya.
● Şiir yazarak edebiyata başladınız. Romanlarınızda şiirsel bir dil var. Şiir yazmaya devam ediyor musunuz?
Çok uzun yıllardır şiir yazmıyorum maalesef. Ama şiir istemeyerek de olsa romanlarıma sızıyor. Şiirin elinde büyümüş bir yazarın kaçamayacağı bir mesele bu. Yazar mıyım bir daha? Emin değilim. Şiirden çok şairlikten yorulmuştum sanırım. O yüzden de yazmıyor olabilirim. Ama şiiri hep hayatımda tutuyorum. Sadece bir okur olarak.
● ‘Babamın Bağlaması’ kitabında “Dünyanın ruhuna sesleriyle ve sözleriyle yaklaşan, bu çağın erenleri, evliyaları, hafızaları, hikâye anlatıcıları, aşk ehliydi onlar ve sayıları gittikçe azalıyordu; yeni dünyanın ruhu herkesi içine çekip herkesi birbirine benzetirken geriye kocaman bir boşluk bırakıyordu” diye anlatıyorsunuz bugünkü durumu. Herkesin herkese benzemesi meselesini sormak isterim. Böyle bir dönemde aşıkları, ağıtçı kadınları anlatmak nasıl bir his? Hâlâ ağıtçı kadınlar, diyar diyar gezen aşıklar var mı?
Ağıtçıların sayısı sanırım çok az artık. En son İç Anadolu’da bu mesleği yapan dört kadının haberini görmüştüm. Saz aşıkları elbette var ama onlar da yeni zaman aşıkları olarak varlar artık. Herkesin birbirine benzediği, her türden farklılığın anında yutulduğu, o büyük benzerliğin anında içine çektiği bu çağda, bu zamanın dışında yaşayan, bizi geçmişin kollarına taşıyan bu gönül insanlarını anlatmak bir yük verdi bana.
● Her bölümün başında bir alıntı var. Bu alıntıları özellikle merak ettim. O bölüm bittikten sonra mı yoksa öncesinde mi alıntılara karar veriyorsunuz?
Bazen alıntı bana yazdırıyor o bölümleri bazen de bölümü yazıp bitirdikten sonra okumalarım yetişiyor imdadıma. Ama bölümle alıntı arasında büyük bir uyum olmasına dikkat ediyorum her seferinde. Başka bir yerde daha önce söylemiştim: Bazen alıntılarımı yazdıklarımdan daha çok seviyorum.

“ROMANIN SONU BENİ YORDU”
● Babanın sazını oğluna teslim etmesi neyi ifade ediyor? Yusuf müzik öğretmenine sazı vermek istiyor. Ama öğretmeni giderken sazı ona bırakıyor. Sonunda o saz küçük bir çocuğa gidiyor. O çocuk gerçekten var mı? Yoksa bir düş mü?
Bağlama, elden ele dolaşan bir nesne değil bu romanda. Bağlama, bütün roman boyunca bir imge aslında. Aynı zamanda bir dert. Yusuf, babasının kendisine bıraktığı dertten kurtulmak istiyor bir bakıma. O yüzden roman boyunca habire birilerine vermeye çalışıyor bağlamayı. Açıkçası romanın sonu beni hayli yordu. Ben de tıpkı Yusuf gibi, bu bağlamayı kime vereceğimi, bu dertle nasıl baş edeceğimi, nasıl huzura kavuşacağımı bilemedim hayli zaman. Sonunda masalsı bir sonla çözüme kavuşturdum bu sorunu. Romanlarım içinde ilk defa bir son bu denli içime sindi. Yarasından kurtulan Yusuf’a gülümseyerek, bir çeşit huzurla baktım ben de.

“FİLMDE HİKÂYEDEN ÇOK DUYGUYU GÖSTERMEK İSTEDİK”

● Kitaptan uyarlanan yapımlar okuru bazen tatmin etmeyebilir. Filmle ilgili yapılan yorumları nasıl değerlendiriyorsunuz? Filmde eksik kaldığını düşündüğünüz bir şey oldu mu?
Filmde bir hikâyeden çok bir duyguyu göstermeye çalıştık bir anlamda. Büyük hikâyelere odaklanmış, başı sonu belli hikâyelere şartlanmış izleyiciyi ikna etmek zor elbette. Ama içime fazlasıyla sinen bu filmde, bir baba oğulun son üç günü, gerçek hayattaki gibi suskunluklarla, o onarılamaz yarayla örülmesi benim için etkileyiciydi. Popüler bir hikâye olarak çekilmesi en başta beni rahatsız ederdi.
● ‘Babamın Bağlaması’ da filme çekilecek mi?
Ben üçlememi tamamlamak istedim sadece. Bunun dışında gelişecek tüm süreçlerin dışındayım maalesef. Ama okurlar bu romanla kendi filmlerini zihinlerinde çektiler sanırım. İsteyerek yapmadım ama Babamın Bağlaması’ndaki sinematografik yapı bu isteği çoktan karşılaşmıştır sanırım.

Minik kitap kurtları ne okusun?

Kara Karga Soruyor Sunay Akın Yanıtlıyor
Başak Çalışkan
Kara Karga Yayınları
Bir gün tuhaf bir şey oldu. Kara Karga ceviz ağacında bir dala tünemiş, dalların arasından süzülüp gelen ışığın keyfini çıkarırken birden bir karaltı fark etti. Merakla karaltıya doğru uçtu. Hemen gagasıyla uçurtmayı takıldığı daldan ayırdı. Uçurtma havalandı, uçtu gitti. Bir düşünce sardı Kara Karga’yı. Bu uçurtma nereye gidecek? Belki de tüm dünyayı gezecek? Yolculuğu boyunca kim bilir ne maceralar yaşayacak… İşte böyle başladı Kara Karga’nın hikâyesi. Çok gezdi, çok gördü, sonunda yolu Oyuncak Müzesi’ne düştü. Sunay Akın ile dost oldu. Onunla oyuncakların arasında türlü maceralar yaşadı. Başak Çalışkan’ın kaleme aldığı kitabın çizimlerini Gökçe Yavaş Önal yaptı.

Bay Evdeyokum’un Post-it’leri
Tina Vallès
Can Çocuk
Clàudia’nın yaşadığı binanın önüne bir nakliye aracı yanaşır. Görünen o ki yeni bir komşuları vardır artık! Peki acaba nasıl biridir bu yeni komşu? Ne işle meşguldür? Yalnız mı yaşayacaktır? Gizemli komşu koliler dolusu kitabı da beraberinde getirmiştir. Clàudia onun kim olduğunu öğrenmekte kararlıdır. Fakat bu gizemi çözmek sandığı kadar kolay olmayacaktır çünkü yeni komşu evde hiç yok gibidir. Bir haftanın sonunda, Clàudia’nın onunla ilgili öğrendiği tek şey post-it’lerle iletişim kurduğudur. Dijital çağda hâlâ not kâğıtları gönderen biri, biraz tuhaf değil mi? Bay Evdeyokumun Post-it’leri kitabında; merdiven sahanlığında gidip gelen notlarla başlayan bir arkadaşlığın gizemli ve muzip hikâyesi anlatılıyor.

Kleopatra’nın Aynası Zamanda Yolculuk
Geronimo Stilton
Yapı Kredi Yayınları
Bütün dünyada milyonlarca meraklısı olan Geronimo Stilton kitapları sizi sırlarla dolu, soluk soluğa okuyacağınız maceralara götürmeye devam ediyor. Geronimo çok fena soğuk algınlığına yakalanır ve bir süre gelen telefonlara yanıt veremez. İyileştiğindeyse Profesör Volt’un bıraktığı mesajlar onu çok endişelendirir. Profesör Volt, Kleopatra’nın aynasının özgün bir eser olduğunu kanıtlamak için zamanda yolculuğa çıkar. Fakat ne yazık ki geçmişte hapsolur Geronimo dostunu kurtarmak için hemen harekete geçer. Bu kez Antik Mısır’a yolculuk eder. Bakalım bu sefer minik okurları ne tür heyecanlar bekliyor.

Haftanın kitapları

Ölüm Aklımdasın - Memento Mori
Nedim Gürsel Doğan Kitap
Nedim Gürsel yeni yayımlanan kitabı Ölüm Aklımdasın’da Kafka’dan Camus’ye, Dostoyevski’den Tolstoy’a, Sadık Hidayet’ten Borges’e, Samuel Beckett’ten Anadolu erenlerine, Yunan mitolojisinden kutsal kitaplara kadar, kimi zaman kendi deneyimlerinden de yola çıkarak ölümün izini sürüyor. “Herkes kendi içinde taşıyor ölümünü, meyvenin çekirdeği kabuğunun altında sakladığı gibi; ne var ki hakkında hiçbir şey bilmiyor. Sevdiklerimizin, yakınlarımızın ölümlerini kendi ölümümüz gibi yaşadığımız da doğru değil.” Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayabilir mi insan? Yoksa sonsuzluğun iç karartıcı tekdüzeliğinden bunalıp ölümü mü gözler? Bitmeyen anlam arayışımız, ölümü sürekli ertelemek, belki de yenmek için midir? Nedim Gürsel bu sorular ışığında ölümü sorguluyor.

Çağdaş Sanat Var mı?
Ayşegül Sönmez
Everest Yayınları
Ayşegül Sönmez, güncel sanatın ve postmodern olan sanat ürününün-emeğinin değerine, işlevine, niteliğine ve hatta “yenilebilirliğine” uzanan geniş bir çerçevede, “Yoksa artık her şey bir fikirden mi ibaret?” diye düşünenlere rehberlik ediyor. Ayşegül Sönmez üreterek, izleyerek ya da paylaşarak sanata taraf olan herkesin kafasını kurcalayan otuz önemli sorunun yanıtını arıyor ve bu alandaki imkânları ve imkânsızlıkları cesur bir yaklaşımla tartışmaya açıyor.

Caravaggio Milo Manara
Çeviren: Hande Topaloğlu
Flaneur Yayınevi

  1. yüzyılın sonlarına doğru, genç bir dahi: Caravaggio… Milo Manara, Caravaggio’nun biyografisini, en netameli detayları bile dışarıda bırakmadan ince ince işliyor. Efsanevi ressamın maceralar, çatışmalar, tabu kırıcılıklar, mistisizm, şiddet, din, şövalyeler ve fahişelerle çevrili yalnızlık dolu yaşamını ele alan benzersiz bir biyo-grafik roman.

Haftanın çok satanları

Gece Yarısı Kütüphanesi

Seninle Başlamadı

Kaplanın Sırtında: İstibdat ve Hürriyet

Atomik Alışkanlıklar

Mutlu Olma Sanatı

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi