Babaevleri, hastaneler, mezarlıklar…      

            Yağmurun en çok garibanların üzerine yağdığı bir iş çıkışında işte böyle küf ve yalnızlık kokan babaevine uğradı Ragıp Bey.

            Çoğunca olduğu üzere kapının yanındaki sandalyeye emanet oturdu. Karşısında saçakları yere değen eski bir divan, onun yanında eskiyen sacındaki deliklerden yalımları görünen paslı bir kuzine vardı. Naylon örtülü masanın üstünde Alman malı ahşap kasalı eski bir televizyon ve televizyonun yanında cızırtısı hiç bitmeyen regülatör…”

            Yıllar önce kaleme aldığım ilk öyküm, çocukluğu babasının ezici gölgesinde geçen Ragıp Bey’in artık yalnızlığın alaca karanlığı çökmüş babaevine yaptığı bir akşam ziyaretini anlatarak başlıyordu. Ragıp Bey’in babaevi gibi bugün milyonlarca hane çocuk seslerinin kesildiği toz ve küf kokulu yerler haline dönüşüyor. Yaşlılık, ölümsüzlüğün peşine düşen, yaşamın dibini sıyırmaya çalışan modern yaşam insanı için yanından koşarak uzaklaşılması gereken bir insanlık hâli olarak görülür olmuş artık. Estetik operasyonlara, kozmetik ürünlere olan talep artışı insanoğlunun ölümden kaçışının, yaşlanmayı inkârının bir yansımasıdır sadece. Yaşlanmak yerine “yaş alma” gibi uyduruk bir terimin dolaşıma sokulması da bu kandırmacanın bir diğer örneği.Zira eski bir yazımızda da bahsettiğimiz üzere “Modern yaşamın artık miadı dolmuş organizma gözüyle bakmaya başladığı, kapitalizmin düşük tüketim performansını beğenmediği, neoliberal politikaların kambur olarak değerlendirdiği, sigorta şirketlerinin uzun yaşayanlarını zarar kalemi olarak gördüğü bir dönemde” yaşlılara karşı olan bu tavır giderek normalleştiriliyor.

            Empati yeteneğini uzun zaman önce yitirmiş egoların kasıntıyla dolaştığı antipatik bir toplumda yaşlılar geri dönüşümsüz “kullan at”lar olarak görülüyor. Emekli maaşıyla eve katkı yapan, çocuk bakabilenler ise müstesna.

            Verdiği sayılar son dönemde çokça tartışılan TÜİK tarafından 18 Mart 2022’de yayınlanan rapora göre; Yaşlı nüfus olarak kabul edilen 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus, 2016 yılında 6 milyon 651 bin 503 kişi iken son beş yılda %24,0 artarak 2021 yılında 8 milyon 245 bin 124 kişi oldu. Yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2016 yılında %8,3 iken, 2021 yılında %9,7'ye yükseldi. Yaşlı nüfusun 2021 yılında %44,3'ünü erkek nüfus, %55,7'sini kadın nüfus oluşturdu.

            Yine TÜİK tarafından hazırlanan nüfus projeksiyonlarına göre yaşlı nüfus oranının 2025 yılında %11,0, 2030 yılında %12,9, 2040 yılında %16,3, 2060 yılında %22,6 ve 2080 yılında %25,6 olacağı öngörülüyor.

            Dünya genelinde yaşanan nüfustaki yaşlanma problemi Türkiye için de geçerli. Uygulanacak nüfus politikalarının bu gidişatı nasıl değiştirebileceğini kestirmek zor ancak yaşlanma gerçeği gün gibi ortada. İnsanoğlu varolduğundan bugüne kadar da yaşamda değişmeyen az sayıdaki gerçekten biri. Ancak modernitenin seçtiği camlar insanlığın hayatın gerçeklerine bakışında bir distorsiyon yaratmakta; yanlış seçilen gözlüklerle gerçeklerden uzaklaşan insanoğlu görmesi, yaşaması gereken realitenin uzağında ona sunulan simülatif, yapay gerçeklerin ipine sıkı sıkıya tutunup uydurma hedeflerin peşinde yarış atından hallice bir hayata mecbur bırakılmaktadır. Gölgesini satamadığı ağacı keseceği bilinen kapitalizmin üretimde de tüketimde de performansını beğenmediği yaşlılara dair günümüzdeki algıyı desteklemediğini düşünmek safdillik olur.

            Ekonomik anlayışta yaşanan değişim toplumun hayatın gerçeklerine olan bakış açısını da etkiliyor muhakkak. Bugünün hâkim anlayışı bir zamanın saygı duyulan, değer verilen ve önemsenen yaşlı gerçeğine olan bakış açısını da bu şekilde bir değişime tâbi kılmıştır. Bireyselliği parlatan, senin hayatın, senin yaşamın, senin kararın naraları ile toplumsal değerleri dejenere ederek bireyi ziyadesiyle yücelten bakış açısının getirdiği noktada yaşlılardan sonra çocuklar da kimi zaman rahatsız edici olarak görülmekte; asansördeki bebek arabası, restorandaki çocuk sesi olmaması gerekenler listesine yazılmaktadır. Çoğu zaman egosu arşa değen bireylerin “biz” olmayı denemeden bitirdikleri evlilikler ise kişinin kendinden başkasına tahammülünün kalmadığını yansıtmaktadır. Son dönemde “telefonunu çıkar” diyen dayılara ve benzerlerine olan öfke yanlış bir şekilde konuşan kişinin cehaletine değil yaşlılığına yorulmakta, yaşlıların genelinin eski kafalı, cahil, otobüste yer vermeye bile tenezzül edilmeyecek, “benden önce doğmuşsa bu ona nasıl bir üstünlük sağlayabilir ki?” sorularının muhatabı kitle olarak görülmesine neden olmaktadır. 

            İçinde gençliğin en ufak şulesi kalmamış, odaları akissiz, salonu ıssız, mutfağı bakımsız ihtiyar evlerinde, kısacık ayaküstü yapılacak ziyaretlerin soluk ışıltılarına muhtaç, bazen bir pencere önünde saatler; bazen bir yatağa bağlı kalıp yıllar geçiren gönüller küf ve yalnızlık havasının sindiği, anılar deryasının içinde çalacak bir zili bekliyor. Diğer yandan mükemmellik baskısıyla yetişen, mükemmel görünmek uğruna aynı torna tezgâhından çıkmışcasına birbirine benzeyen/benzetilen; sıfır beden olma hayaliyle, havalı ve cool görünme arzusuyla yanıp tutuşan/tutuşturulan; kafasına işlenen mükemmel elma ideası nedeniyle sırf görüntüsünü beğenmediği elmayı çöpe gönderen modern zaman insanı sırf kendisi gibi yemek yiyemiyor, kendisi kadar hızlı yürüyemiyor, hızlı öğrenemiyor, telefon kullanamıyor diye dışlayabiliyor çevresindeki yaşlıları. Oysa yüreğinde hâlâ bir parça merhamet, bir parça vefa duygusunu barındıranlar için kısacık da olsa uğrayıverdikleri o toz ve küf kokulu babaevleri modernitenin getirip gözümüze takıverdiği odak problemli camların ardından hayatın çıplak gerçeğini görebilecekleri nadide yerlerden biri olarak ziyaretçilerini bekliyor. Tıpkı ya şehir dışına itilip unutturulmaya çalışılan ya da şehrin içinde boğulup insanlara kanıksatılmaya çalışılan mezarlıklar ve hastaneler gibi.  

            Yazıyı İrlandalı şair, yazar ve siyasetçi Jonathan Swift’in bir sözüyle bitirelim:

            “Herkes uzun yaşamak ister ama kimse yaşlanmak istemez.”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi