Barbarları Beklerken: Korku İktidarı ve Hayali Düşmanlar

Son Güncellenme Tarihi: Ekim 17, 2021 / 12:59

“…hava karardı, barbarlar gelmedi.

ve sınır boyundan dönen habercilere göre,

barbarlar diye kimseler yokmuş artık.

Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan?

Bir çeşit çözümdü onlar sorunlarımıza.”

Doğayla arasına mesafe koyan modern insan, herhangi bir orman gezisinde gördüğü ve göze hoş gelen, güzel kokan otları, yeşil alanı gördüğü zaman mutluluk duyar. Onları yaşamın renkleri olarak tasvir eder. Fakat aynı otları bahçesinde gördüğü vakit, ‘zararlı ot’ sınıfına sokarak biçmeye kalkar. Çünkü bahçemizde peyda olan bu otlar, vahşi doğa ile mülkümüz arasındaki sınırı yok sayma eğilimindedir. Bizlere vahşi doğanın varlığını hatırlatmaktadırlar, orada ne savaşlar döndüğünü anlatmakta, konforlu evimizde bizleri huzursuz etmektedirler. Hiçbirinin bir ismi yoktur ve bizlere göre tabiri caizse hepsi birer yabanidir, barbardır.

Modern insanın bu korkusu, gördüğü yabancıyı tanımamaktan ve onu adlandıramamaktan ileri gelmektedir.

İktidarlar, kendi kitlelerini daha kolay yönetebilmek için çoğu zaman korku kültürüne başvururlar. Bazen olmayan bir düşman yaratırlar bazen de çok küçük bir tehdidi yaşamın en büyük sorunu olarak lanse ederler. Dünyanın en barışçıl halkını dahi uygun propaganda teknikleri ile bir canavara dönüştürmek mümkündür.

Noam Chomsky, Medya Denetimi adlı eserinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında son derece pasifist ve savaşa mesafeli duran Amerikan halkındaki değişime değinmektedir. 1916 yılında “Peace Without Victory” (Zafersiz Barış) sloganıyla iktidara gelen Wilson Hükümeti, savaşla pek de ilgilenmeyen Amerikan halkını, uyguladığı medya ve propaganda teknikleriyle çok kısa sürede savaşa katılmaya ikna etmiştir. Bu değişimi Chomsky şu sözlerle ifade etmektedir;

 “…propaganda komisyonu, altı ay içinde etkisini göstererek o barışçıl halkı, histerik bir savaş çığırtkanı haline dönüştürdü ve Alman olan her şeyi yakıp yıkmak, tüm Almanları lime lime etmek, savaşa girip dünyayı kurtarmak isteyen insanlar yaratmayı başarabildi.”

Sürekli bir korku kültürü yaymak ve düşman beklemek, güvenliğin kutsanması anlamına gelir. Güvenliği sağlayacak, şiddet uygulama erkini elinde bulunduran güç devlet mekanizması olduğuna göre, vatandaşlar bu ‘kriz’ anlarında devlete kayıtsız şartsız itaat eden uysal bedenler haline gelecektir. Üstelik bu çaresiz vatandaşlar, ‘felaketler ve düşmanlarla’ dolu bu çağda, hayatta kalmakla bile büyük bir iş yaptığına kani olacak ve onurlu yaşam sürmesi yönündeki beklentilerini asgariye düşürecektir.

Coetzee’nin ‘Barbarlar’ı

Nobel ödüllü Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee’nin 1980 yılında yayınlanan romanı Barbarları Beklerken, korku imparatorluğunun oluşum sürecini, yaratılan hayali düşman ile halkın nasıl bir nefret objesine dönüştüğünü anlatan, evrensel ve her dönem güncelliğini koruyabilecek oldukça güçlü bir roman.

Coetzee, romanlarının genelinde mekân olarak Güney Afrika’yı ele alan, buradaki ırkçılığa ve apertheid politikalarının yıkımına odaklanan bir yazar olsa da; Barbarları Beklerken romanı belirsiz bir zamanda ve belirsiz bir yerde geçmektedir.

Romanın birincil tekil anlatıcısı olan isimsiz kahramanımız ‘Sulh Hâkimi’, pek de olay olmayan bu sınır kasabasında, emeklilik günlerini bekleyen, halkla uyum içerisinde yaşayan bir imparatorluk memurudur.

Kasabaya, başkentten gönderilen Albay Joll’un gelmesiyle başlamaktadır roman. İmparatorluk, aldığı bazı tehlikeli duyumlar neticesinde Albay Joll’u, incelemeler yapmak üzere göndermiştir bu kasabaya. Albay gelir gelmez, ayağının tozuyla ‘barbar’ olarak adlandırdığı iki mahkûmun sorgusuna girer. Barbar dediği ve kasabaya gelen ihtiyar adam ve yeğeni, esasen göçebe yaşayan insanlardır. Yılın belli zamanlarında ticaret yapmak için yahut ilaç almak için sürekli geldikleri kasabaya, hayvan çaldıkları şüphesiyle gözaltına alınmışlardır. İhtiyar adam, Sulh Hâkimine hırsızlık yapmadıklarını, yeğeninin yarası olduğu için ilaç almaya geldiklerini söylese de Albay bu durumu pek önemsemez ve tabiri caizse, gözaltında iki ‘barbar’ bulmayı fırsata çevirir. Netice itibariyle ağır işkenceden geçirdiği iki mahkûmdan ihtiyar olanı ölür ve yeğenine de zorla bir itirafname yazdırırlar. Bu itirafnamede barbar kabilelerin silahlandığı ve imparatorluğa saldırı hazırlığı yapıldığı yazmaktadır. İmparatorluk, aldığı bazı ‘tehlikeli duyumları’, kitabına uygun bir biçimde somut hale getirmeyi başarmıştır. Artık geriye, barbar olarak adlandırdıkları yerli halka operasyon yapmak kalmaktadır.

Albay Joll civarda yakaladığı göçebe halkı, balıkçıları, kasaba dışında yakaladığı herkesi gözaltına aldırır ve işkenceden geçirir. Sulh Hâkimi bu uygulamalara ince perdeden karşı çıksa da Albay Joll için pek bir ehemmiyeti olmaz bunun, çünkü kendisi imparatorluğun ideolojisine adanmış bir ‘vatanperverdir’.

Sulh Hâkimi bir gün kasaba sokaklarda bir kız çocuğu görür. Bu kız çocuğunun babası işkencede öldürülmüş, kendisi de kör ve topal bırakılmıştır. Sulh Hâkimi bu kızı himayesi altına alır ve bakımını üstlenir. Bu sırada Albay Joll ve daha sonradan bu göreve katılan Asteğmen Mandel, barbar operasyonlarına devam etmektedir.

Sulh Hâkimi, göçebe halka haksızlık yapıldığını düşündüğü için, bir iyi niyet göstergesi olarak, bu kızı halkına teslim etmek ister. Yanına aldığı birkaç asker ile zorlu bir yolculuğa çıkar ve netice itibariyle kızı halkına teslim eder.

Kasabaya döndüğünde Sulh Hâkimini beklenmedik bir olay karşılayacaktır. Barbarlarla işbirliği yaptığı gerekçesiyle, ‘vatan hainliği’ suçlamasıyla gözaltına alınır.

Sulh Hâkimi, imparatorluk adına orada bulunan Albay Joll ve Asteğmen Mandel’e meramını bir türlü anlatamaz ve türlü işkencelerden geçirilir.

Romandaki göstergelere ve gönderilere odaklanmak adına bu girizgâh yeterli olacaktır.

Medeniyet Suç Arzular!

İmparatorluk, barbar olarak adlandırdığı göçebe halka karşı açtığı bu savaşta, yegâne amacının onların topraklarını ele geçirmek olduğunu söylemez tabii ki. Kendisini medeniyet olarak tarif eder ve her medeniyet gibi önce silah getirir, daha sonra o silahı doğrulttuğu halk için bir kapatma alanı talep eder. Albay geldiği ilk gün Sulh Hâkimiyle yaptığı sohbette suçluları nereye kapattıklarını sorar. Sulh Hâkimi ise, bu kasabada çok olay olmadığını ve herhangi bir kapatma alanı olmadığını dile getirir. Coetzee, medeniyetin nasıl geldiğini ve ilk ne inşa ettiğini anlamamız için güzel bir ayrıntı vermiştir. Medeniyet, suç işlenmeyen ve cezaevi olmayan bir toplum anlayışı istemez. Suç yoksa Albay Joll da yoktur Asteğmen Mandel de. Dolayısıyla medeniyeti temsil eden imparatorluğa da gerek yoktur.

Albay Joll, kasabayı nihai olarak terk edene kadar güneş gözlükleriyle dolaşır. Kasabalının ilk defa gördüğü bu türden bir şeyi, Albay; güneşte gözlerimi kısmak zorunda kalmıyorum diyerek açıklamaktadır. Albay Joll’un etrafına güneş gözlüğüyle bakması, geldiği sınır kasabasıyla arasına mesafe koyma isteğidir aslında. Ayrıca kasabanın renklerini görememekte ve onları siyah-beyaza indirgemektedir. Bir imparatorluk temsilcisinden yaşamın güzel ve ayrıntılı renklerini görmesi elbette beklenemez. Kendi hayatı gibi tekdüze ve nettir. Siyah vardır, beyaz vardır. Müttefik vardır, düşman vardır.

Arınma Ritüeli

Romanda dikkat çeken önemli bir unsur da, Sulh Hâkiminin, ‘barbar kız’ın işkence edilmiş ayağına yaptığı masajdır. Sulh Hâkimi, bu masajı yaparken kendinden geçmekte ve kızın ayağına sarılarak uyuyakalmaktadır. Okuyucu bunu ilk etapta cinsel bir gönderi olarak algılayabilir ya da asimetrik güç ilişkisinden kaynaklı, köle pozisyonundaki kıza yardım ederken otorite olduğu hazzını yaşıyor olarak değerlendirebilir. Açıkçası romanı ilk okuduğumda buna benzer bir çıkarım yapmıştım. Fakat biraz irdeleyince bunun Hristiyanlıkta geçen bir arınma ritüeli olduğu görülecektir. Luka İncil’ine göre İsa bir gün Ferisilerden Simun’un evine yemeğe gider. Yemek esnasında fahişe olduğu bilinen ve günahkâr olarak adlandırılan bir kadın odaya girer ve gözyaşları ile İsa’nın ayaklarını ıslatıp saçlarıyla kurular. Daha sonra kokulu yağlar sürerek ovmaya devam eder. İsa, daha sonra Mecdelli Meryem olarak bilinen bu kadının tüm günahlarının affedildiğini söyler. Coetzee, İncil’de geçen bu arınma ritüelini Sulh Hâkimine de yaşatmıştır. Hâkim kızın ayaklarını ovarken uyuyakalıyordur çünkü tüm günahlarından arındığını hissedip huzur buluyordur. Bu çıkarımı yapmamızın bir nedeni de, Sulh Hâkiminin, Albay Joll’a sorduğu, işkence yaptıktan sonra hayatına nasıl devam ettiği, nasıl yemek yiyebildiği sorusudur. Bir ritüeliniz var mı Albay diye sormaktadır, arınmak için.

Kuzu Postuna Bürünmüş İmparatorluk Çakalı

Bu noktada Sulh Hâkimine ayrıntılı olarak değinmek yerinde olacaktır. Roman içerisinde vicdanın sesi olarak vuku bulan bu karakter, aslında bir imparatorluk temsilcisidir. Olaylar ve haksızlıklar onun kasabasını bulana kadar konforlu yaşamına da devam etmektedir. Coetzee onu iyilik timsali bir tip olarak değil, günahıyla sevabıyla bir karakter olarak tasvir etmiştir. Bir yandan işkencelere karşı çıkmaktadır bir yandan görevine devam etmektedir. Tüm kargaşa ve kaos içerisinde hizmetçi kızlarla yatmaktadır. ‘Barbar kıza’a yardım etmekte, onu halkının yanına kadar götürmektedir fakat kızı onlara teslim edecekken kendisiyle kasabada kalmasını teklif etmektedir. Sulh Hâkimi her ne kadar bu göçebe halkı barbar olarak görmese de, makbul olanın kasabalının yaşamı olduğunu düşünmekte ve kıza esasen kendisine benzemesini teklif etmektedir.

Sulh Hâkimini işkencedeki çocuğa yaklaşımını; “Babasının öfke nöbetleri arasında çocuğunu yatıştırmaya çalışan bir anneden fazlası olduğumu söyleyemem” (s. 19) sözleriyle ifade etmektedir. İşkenceci babaya bir söz söyleyemez ilk etapta çünkü konforlu alanını terk etmek istemez.

Aynı şekilde kızı halkına teslim ederken kendisini şöyle tarif eder; “…emip kuruttuğumuz bir bedeni, özür dileyerek geri veriyorum, bir arabulucuyum, kuzu postu giymiş bir İmparatorluk çakalıyım.”

Sulh Hâkimini vicdanlı bir adama dönüşmesi, roman içerisinde kademe kademe gerçekleşmektedir. Ondaki keskin değişimi şu ayrıntıyla ifade edebiliriz. Sulh Hâkimi, Albay Joll’un gözlüklerine bakarken orada kendi yansımasını görür. Bu ince bir ayrıntıdır fakat Hâkimin başlangıçta hangi tarafta olduğunu göstermektedir. Benzer şekilde kızı halkına teslim etmeye giderken de, kızın kara gözlerinde kendi yansımasını görür. Hâkim artık ezilen bir halkın ve vicdanın tarafındadır.

İdeoloji Aktarımı

Romanın en ağır bölümü, askerlerin yakalayıp elleri ve ağızlardan telle birbirlerine bağladıkları mahkûmların olduğu sahnedir sanırım. Bu klasik anlamıyla, halkın da davet edildiği bir acı çektirme törenidir. Ortaçağda sıkça başvurulan bu yöntemde halkın katılımı çok önemliydi. Çünkü bu aynı zamanda bir ideoloji aktarımı töreniydi.

Artık tüm gücü elinden alınmış, işkenceden geçirilmiş Sulh Hâkimi olanları çaresizce yerinden izlerken, askerler yere çöktürdükleri mahkûmları sopalarla dövmeye başlar. Halk alkışlarla karşılık verirken coştukça coşar. Daha sonra askerlerden biri küçük bir kız çocuğuna seslenir ve kız çocuğu sopayı alarak mahkûmların kafasına indirmeye başlar.

Romanın bu bölümünün ustalıkla kurgulandığı kanaatindeyim. İmparatorluk askerleri gelene kadar göçebe halkla bir sorun yaşamayan kasaba halkı, zamanla onların barbar olduğu ve kendilerinin medeni olduğuna ikna olmuştur. Asker tarafından çağrılan ve bu çağrıya karşılık veren kız artık bir imparatorluk öznesidir. Althusser’in ‘çağrılma metaforu’nda olduğu gibi ideolojiyi benimsemiştir artık. Bu yüzden sopayı aldığı gibi hiçbir tereddüt yaşamadan mahkûmlara vurmaya başlamıştır. Askerlerin ideolojiyi aktarmak için bir çocuk seçmesi oldukça anlaşılabilir. İşlenmeye en hazır yapı tabii ki bir çocuktadır.

Damgalama Teorisi

Mahkûmlar bu sahnede yerde diz çökmüş beklerken, Albay Joll hepsinin sırtına birer çarpı işareti koyar. Bu bir damgalama törenidir. Bu hareketle Albay onlarla insanlar arasına bir sınır çekmekte ve onların hayvana daha yakın olduğunu vurgulamaktadır. Madem insan değildirler, empati kurmaya gerek yoktur ve her türden şiddet uygulamaya layıktırlar. Erving Goffman’a göre Damga; sosyal açıdan kabul görme vasfından men edilme olarak tanımlanır. Ne tesadüftür ki bu sahnede Sulha Hâkimi dayanamaz ve “Onlar insan!” diye haykırır. İmparatorluğun bu eylemini teşhir eden Hâkim çok şiddetli bir dayağa maruz kalır. Topluluğun gözü önünde onların insan olduğunu hatırlatmak bir acıma hissi yaratabilir ve ideolojik aktarımın önüne geçebilir zira.

Coetzee’nin Barbarları Beklerken romanı, halkların birbirine nasıl düşman edildiğini, bu düşmanlıktan iktidarların nasıl hüküm sürdüğünü anlatan ve asıl barbarın kim olduğu sorusunu zihinlere düşüren her çağda okunabilecek başarılı bir roman.

Romanda yalnızca iki karakterin ismi olduğunu ve onların da imparatorluğun kolluk güçleri olan Albay Joll ile Asteğmen Mandel olduklarını belirterek bitirelim. Her şeyi keskin hatlarıyla isimlendirme ihtiyacını yalnızca iktidarlar talep eder.

Bir yangın varsa yangına odaklanmak gerekir, isme değil.

İyi okumalar.

Kaynaklar:

J.M. Coetzee, Barbarları Beklerken

Erving Goffman, Damga

Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek

Noam Chomsky, Medya Denetimi

Frank Furedi, Korku Kültürü

Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları

Başlık Spotu: Coetzee’nin Barbarları Beklerken romanı, halkların birbirine nasıl düşman edildiğini, bu düşmanlıktan iktidarların nasıl hüküm sürdüğünü anlatan ve asıl barbarın kim olduğu sorusunu zihinlere düşüren her çağda okunabilecek başarılı bir roman.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top