BEKİR’İN DÖRT GÜNLÜK SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI

BEKİR’İN DÖRT GÜNLÜK SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI
Adam afla çıkmıştı cezaevinden, iki gün sonra da karısını göğsünden bıçaklayarak öldürmüştü. Doğal gazı açıp intihar etmeye çalışmıştı ama kendisini öldürmek karısını öldürmek kadar kolay olmamıştı belli...

Adam afla çıkmıştı cezaevinden, iki gün sonra da karısını göğsünden bıçaklayarak öldürmüştü. Doğal gazı açıp intihar etmeye çalışmıştı ama kendisini öldürmek karısını öldürmek kadar kolay olmamıştı belli ki. Karısının cansız bedeninin yanında televizyon izlerken bulmuştu onu polisler. Komşular şaşkındı. Adam iyi bir adamdı, kadın kocası gelecek diye ona yemekler yapmıştı

Karantina günlerinde şiddet gören, öldürülen tüm kadınlar için…

Bekir’in canı sıkılıyordu. 

Aslında Bekir’in canı hep sıkılıyordu ama bu sefer başkaydı. Önünde evde oturup sıkılması gereken koskoca dört gün vardı. Şu lanet olası virüs yüzünden sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. 

“Sokağa çıkma yasağı” dedi içinden bir iki kez. 

Sonra on altı yaşının o cuma sabahını hatırladı. Hiç gülümsemeyen babasını, hep çamaşır suyu ve kavrulmuş soğan kokan annesini, hiç ısınmayan evi, kurumak bilmeyen çamaşırları, kapıların altındaki bir karış açıklıktan üfleyen soğuğu... “Hadi oğlum, ekmek al” demişti annesi. Dışarı çıkmış, bakkala doğru yürürken askerleri görmüş, gözü ona bakan askerin elindeki piyade tüfeğine takılmıştı. Asker ağzıyla değil, tüfekle konuşmuştu onunla, tüfekle eve geri dönmesini işaret etmişti. Gariptir, Bekir askerin ne demek istediğini hemen anlamıştı. 

Eve eli boş dönünce ne olduğunu sordu annesi. Yüzünde her zamanki derin kaygı vardı. Babasının anasının yüzüne armağan ettiği kaygıyı nerede görse tanırdı. “Neredeydi ekmek?” Askeri anlattı ona bir iki sözcükle, sonra konuşan tüfeği. Annesi ellerini dizlerine vurmuş, radyoyu açmaya koşmuştu. 

Darbe olmuştu. Radyodaki türküler, annesinin kaygılı yüzü, televizyonda bildiri okuyan askerler, üst kattan gelen hızlı ayak sesleri, “Bir daha hapse dönmem” diye bağırıp duran o ses… Sokağa çıkma yasağı... O Cuma sabah beşten (Neden bütün uğursuz şeyler sabah beşte olurdu) ertesi sabah sekize kadar sürecek, sonrasındaki altı ay boyunca gece yarısından başlayacak sokağa çıkma yasağı... Babayı meyhaneden toplamak yok, bomboş geniş caddelerde yapılan maçlar, asker ve cemse görününce hızla ortadan kaybolma yeteneği, şu J.R. ne kötü adam, ama Lucy güzel kız… Baba daha da öfkeli, anne daha da kaygılı, baba evde içiyor çünkü. Evde hep bir gerginlik, hep bir korku. Arkadaş kurbanı olduğu gün, müşterilerini sokağa çıkma yasağından koruyan Ankara pavyonu, sokağa çıkılmaması gereken saatler pavyonun normal çalışma saatleri. Gün ağarırken eve girdiğinde babasının attığı tokat, o günü her hatırladığında kulağındaki çınlama geri gelir. 

“Bekir, sana diyorum, duyuyor musun?” 

Karısının sesiyle döndü geriye. Suratına ilgisiz baktı. 

“Annem gelsin bize diyorum. Dört gün kalmasın bir başına.” 

Bekir sustu. Kapıyı çarpıp çıktı.

Kahveye gitme niyetindeydi gerçi, nasılsa kendini ganyan bayiinde buldu. Basit istekleri olan sıradan bir adamdı Bekir. Günleri birbirine benzerdi. Küçük işler, küçük arkadaşlıklar, her gün kahvehane, bazı günler elli bir, bazı günler batak...Küçük esnaftan arkadaşlara ziyaretler, hiçbir zaman gerçekleşmeyecek para kazanma planları.

İkinci ayakta yatınca bir de bahis oynadı. Yarış saatini beklerken önündeki gazeteyi karıştırmaya başladı. İkinci çocuklarını bekleyen ünlü çiftin, çocuklarına hangi ismi koyacakları ile boşanan şarkıcının haberi arasındaydı kadınla adamın düğün fotoğrafı. Gülümsüyor, mutlu görünüyorlardı. Fotoğrafın altında, yukarıdaki tabloya pek de uymayan bir haber vardı. Adam afla çıkmıştı cezaevinden, iki gün sonra da karısını göğsünden bıçaklayarak öldürmüştü. Doğal gazı açıp intihar etmeye çalışmıştı ama kendisini öldürmek karısını öldürmek kadar kolay olmamıştı belli ki. Karısının cansız bedeninin yanında televizyon izlerken bulmuştu onu polisler. Komşular şaşkındı. Adam iyi bir adamdı, kadın kocası gelecek diye ona yemekler yapmıştı. 

Perşembe (Sokağa Çıkma Yasağı 1. Gün)

Bekir odadaki gürültüyle uyandı. Saat neredeyse öğlene geliyordu ve karısı yatak odasının tozunu alıyordu. Bekir’in uyandığını görmedi. Elinde evlendikleri gün belediyenin onlara –daha doğrusu o nikâh dairesinde evlenen herkese – hediye ettiği ağızlarında iki alyans tutan ve öpüşen iki güvercinin biblosu vardı. Bekir bibloyu ilk eline aldığında ağırlığına şaşırmıştı, bu yüzden biblodan çok küçük bir heykel demek daha doğruydu sanki. Karısı dakikalarca heykelciğin tozunu aldı, Bekir uyur gibi yapmaya devam etti. Karısı kapıyı çekip odadan çıktı.

Bekir gözlerini açtı. Evlendikleri günü hatırladı. (Bekir’in derin bir adam olmadığından bahsetmiştik. Çehov okumadığını ve hikâyede şöminenin üzerinde bir tüfek anlatılmışsa, tüfeğin sonda mutlaka patlayacağını bilmediğini kabul etmeliyiz.) Bekir de nikâh gününü ve güvercin heykelini neden düşündüğüne anlam veremedi. Yataktan kalktı. Salona yürüdü. 

Karısı televizyon karşına oturmuş, çay içiyordu şimdi. Ekranda bir grup kadın ellerinde pankartlarla yürüyordu. Kocasıyla şiddetle geçinemeyen bir kadın, onun çekiç darbeleri sonucu ölmüştü işte. Sinir krizi geçiren ve tabutu yumruklayan adam ve kadınlara baktı Bekir.

Cuma (Sokağa Çıkma Yasağı 2. Gün)

Karısının annesinin evde olduğunu hatırladı aniden Bekir. Gelirken kanaryasını da getirmişti. O sabah kanaryanın ötüşüne uyanmış ve kaynanasının kokusunu duymuştu. Yaşlılığın, ölüme yaklaşmışlığın kokusuydu bu. Ama Bekir bunu bilmiyordu.

Kaynanası hayatta en çok kuşunu severdi. Kuşun kafesi hep açıktı. Bekir kuştan nefret ediyordu. Kuş Bekir’i çok seviyordu. Eline konuyordu hep. Çaylar geldi. Bekir çayına dokunmadı, Karısı ve kaynanası bunu fark etmediler. Bekir eline konan kuşu seviyordu. Diğer ikisi aralarında hararetle bir şey konuşuyorlardı. Hani şu Hatice vardı ya köyde, kocasından boşanmak isteyen. On gündür kayıptı. Daha dün dere kenarındaki ağaçta asılı bulunmuştu. “Ayy” diye bağırdı karısı. Altı çocuğa ne olacaktı şimdi? Bekir konuşmanın sonunu duymuştu sadece. “On gün boyunca ağaçta asılı kalan biri nasıl görünür?” Böyle düşündü Bekir. “Oğlum ne yapıyorsun? Öldüreceksin hayvanı!” Bekir kendine geldi. Kuş avucunun içinde çırpınıyordu. Kaynanası yaklaşmış korkuyla Bekir’in yüzüne bakıyordu. Bekir de ona baktı.

Bekir bu kokudan, bu kuştan, bu evden, sokağa çıkma yasaklarından nefret ediyordu.

Cumartesi (Sokağa Çıkma Yasağı 3. Gün)

Adam yaralama suçundan cezaevinde yattıktan sonra bir buçuk ay önce tahliye olan bir adam, imam nikahlı karısını yirmi dokuz yerinden bıçakladı. Ama olayın haberi gazetelere ertesi gün düşecekti.

Bekir neredeyse bütün gün uyudu. 

Pazar (Sokağa Çıkma Yasağı 4. Gün)

Sokağa çıkma yasağının son sabahı yine babasını anımsadı Bekir. Kulağını çınlatan o tokadı, çocukluğunun sokağa çıkma yasaklarını, annesinin gülmez yüzünü. İçi sıkıntıyla, öfkeyle, çaresizlikle dolu, donakaldı. Hangi ara babasına dönüştü, karısının yüzünde annesini gördü, gözü karısının ya da annesinin rengi atmış pijamasına takıldı, ne zaman yan odaya gidip öpüşen güvercinleri aldı eline- hiç bir zaman hatırlayamayacak. Pijamanın paçasından akan kanları hatırlayacak gerçi. Kanın kesif kokusu karısının saçlarından gelen kavrulmuş soğan kokusuna karışıp tüm odayı doldurdu. 

Bekir koltuğa oturdu. Güvercinlerden birinin ağzından kan sızıyordu.

Pazartesi (Normalleşme)

Polisler Bekir’i götürürken komşuların hepsi pencerelere sıralanmıştı. Kadınlar elleriyle ağızlarını kapatmış şaşkınlıkla olan biteni izliyorlardı. Bir tanesi “ne kadar efendi adamdı” dedi.

Bekir’se “pişmanım” demek istedi.  Diyemedi. 

HAZIRLAYAN: Anıl Özgüç