BEN AYDA, İYİYİM!..

Ayda “iyi” olmalı ki kimse vicdanı ile baş başa kalmasın. Ayda köfte ayran yemeli ki herkes o gece yatağında rahat uyusun. Ayda iyi olmalı ki alış-veriş sitelerinde Ayda ya da minik Elif’in kurtarma personelinin elini tuttuğu resimleri taşıyan bardaklar satılabilsin. Ayda iyi olmalı ki hastaneye köfte ayran gönderen ve bunu sosyal medyadan paylaşan yemek firmaları daha çok reklam yapabilsin. Ayda iyi olmalı ki yayın yönetmenleri ve reytingleri arasına toplum asla girmesin. Toplum her an kurulan ‘talk-şov’un parçası-izleyicisi olsun!

Magna Carta’da vergilerin hesabının verileceğini “kralın bile” kabul ettiği tarihten 800 sene sonra, deprem vergileri tartışmalarında en yetkililer “Kralını tanımam” diyerek hesap vermemeye devam ediyor. Biz de hem siyaset hem de medya dünyası ile birbirimize ayna olmaya devam ediyor ve birbirimize daha çok benzetilme çalışmalarında kendi gözümüzü kanalların kamerası; kanalların kamerasını da kendi gözümüz yapma mecburiyetine bırakılıyoruz. Yaşanan acılardan ders çıkarmak yerine bir diğer acıya kadar büyük bir ‘talk şov’un parçası yapılıyoruz.

İzmir’de 30 Ekim’de deprem oldu. 114 kişi hayatını kaybetti. AFAD’a göre depremin büyüklüğü 6,6, Kandilli Rasathanesi’ne göre 6,9, Yunanistan’a göre 7, ABD’ye göre ise 7,1.

Depremin bir türlü karar verilemeyen rihter ölçeğinin büyüklüğü, yaşanan acıların ardında küçük kaldı. Bir yandan kahredici haberler alırken diğer yandan da insanları sevince boğan kurtuluşlara tanık olduk.

Bütün bir halk iki duyguyu bir arada yaşadı.

Tuzla buz olan Emrah Apartmanı'nın enkazından 58 saat sonra çıkartılan İdil, 65 saat sonra Doğanlar Apartmanından çıkartılan Elif ve 91 saat sonra Rıza Bey Apartmanından çıkartılan 4 yaşındaki Ayda, İzmir Depreminin sembolleri oldu.

Küçük Ayda, kurtarma ekipleri seslendiğinde “Ben Ayda, iyiyim…” diye yanıt verdi. Ayda’nın annesi ise kurtulamadı. En yetkili merciiler vatandaşlara sağlam binalarda oturma tavsiyeleri verdi. Biz tabii millet olarak en modern ve depreme dayanıklı evlerimiz olmasına rağmen ‘adrenalin’ sevdiğimiz ve heyecan aradığımız için yıkılması an meselesi olan binalarda kalmayı tercih ediyoruz!..

Ölümlerde dünya birincisiyiz!

Gölcük’te 17 Ağustos 1999’da 7,4 şiddetindeki deprem felaketinde 18.373 vatandaşımız hayatını kaybetmişti. Hemen ardından 12 Kasım 1999’da 7,2 şiddetinde Düzce depremi yaşanmış, bu depremde de 845 insan yaşamını yitirmişti.

23 Ekim 2011 tarihinde ise Van'ın Tabanlı Köyü'nde 6,7 büyüklüğünde meydana gelen depremde 604 vatandaş hayatını kaybetmiş, 4 binden fazla kişi yaralanmıştı. 24 Ocak 2020 Elazığ depreminde de 41 vatandaşımız can verdi.

Halen yaşanan depremler ve ağır sonuçlar birer ‘veri’ olmaktan öteye gidemedi.

Yalnız acıda ortak oluyoruz. Sevinç, paylaşma ve önlem almada kurulması gereken ortaklığımız bir diğer acıya kadar yine bozuluyor.

2020 yılında dünyada depremlerde yaşanan can kayıplarına bakarak da bunun böyle olduğunu görebiliyoruz.

Elazığ (6,7) 41 ölü

Jamaika (7,7) 0 ölü

Rusya (7,5) 0 ölü

Papua Yeni Gine (7,0) 1 ölü

İzmir (6,9) 114 ölü.

Depremin rihteri düşük, reytingi yüksek!

Deprem olunca hemen ekranlar deprem konusunda ‘uzman’ akademisyenlerle dolduruluyor. Burada insan sormadan edemiyor? Amaç bilgi sağlamak ve çözüm bulmak mı yoksa reytingleri arttırmak mı?

Şirket kanalları, deprem olduğunda dikkat kesilmiş milyonlar varken bu hazır kitleyi kaçıracak değil ya! Reytingler biraz düşmeye başlayınca yerine gelecek konu ve konuklar nasılsa sırada bekletiliyor!

Magna Carta’da vergilerin hesabının verileceğini “kralın bile” kabul ettiği tarihten 800 sene sonra, deprem vergileri tartışmalarında en yetkililer “Kralını tanımam” diyerek hesap vermemeye devam ediyor.

Biz de hem siyaset hem de medya dünyası ile birbirimize ayna olmaya devam ediyor ve birbirimize daha çok benzetilme çalışmalarında kendi gözümüzü kanalların kamerası; kanalların kamerasını da kendi gözümüz yapma mecburiyetine bırakılıyoruz. Yaşanan acılardan ders çıkarmak yerine bir diğer acıya kadar büyük bir ‘talk şov’un parçası yapılıyoruz.

Işıkara ile başlayan ‘deprem-şov’lar

1999 depreminden sonra bilim insanı Ahmet Mete Işıkara’yı en seksi erkek seçen mahir medyamız reyting savaşlarında bu şov(lar)daki kazancın farkına vardı.  

Bu ‘talk-şov’ öyle bir hal aldı ki, izleyenler ölenin, yaralananın ya da evsiz kalanın bir magazin figürü olduğuna inandırılıyor. Bir acı, ekrana taşınır taşınmaz adeta form değiştiriyor ve bir anda magazin külliyatımız arasında yerini alıyor.

Ve sonunda hepimiz kendimizi büyük bir ‘Biri Bizi Gözetliyor’ stüdyosunun içinde buluyoruz. En tolerans gösterilmeyecek olayları bile seyrederken izlenilenleri gerçeklikten uzaklaştırmaya başlıyoruz. 

Amaç vatandaşı önce seyirci sonra da meta haline getirmekti. Bunu da büyük ölçüde başardılar diyebiliriz. Bu şovda herkes hem seyirci hem de sahnede! Sonuç olarak da bir kadın cinayeti ile bir kadının ‘frikik vermesi’ haberi, aynı etkiyi/etkisizliği yaratıyor.

Bundan Ayda da nasibini aldı.

Ayda iyi, ama annesini ‘öldürdük’!..

Ayda, iyi. Annesi depremde öldü. Bakan açıklama yaptı. “Ayda iyi, köfte ayran istiyor”

Ayda, iyi. Diğer Bakan “Sağlam evlerde otursun vatandaş” diyor.

Ayda, iyi. Eşini kaybetmiş Ayda’nın babası Ufuk Gezgin "Ben de isterim lüks yerlerde, kayalıkların olduğu yerde yaşayayım ama herkesin imkânı bu kadar" diye isyan ediyor cenazede.

Yanlış kentleşme, müteahhittin demirden çalması, denetimin olmaması, imar affı ile çürük yapıların görmezden gelinmesi, bilim yerine kadercilik, liyakatsizlik, kurnazlık Ayda’nın annesini öldürdü, onu da az daha öldürüyordu.

Ama en çok hafızasızlık ve yaşadığımız acılardan ders çıkarılmaması bu hayattan aldı Ayda’nın annesini.

Bu anlayış yüzünden acılar tekrar edecek.

Ayda iyi, peki ya biz?..

Çürüyen sadece binalar değil; her şeyin içinde bir şey çürüdü. İşte bu çürüme, annesini kaybeden ve 91 saat enkaz altında kalan Ayda’nın ‘iyi’ olmasını hepimize dayatıyor.

Ayda “iyi” olmalı ki kimse vicdanı ile baş başa kalmasın. Ayda köfte ayran yemeli ki herkes o gece yatağında rahat uyusun. Ayda iyi olmalı ki alış-veriş sitelerinde Ayda ya da minik Elif’in kurtarma personelinin elini tuttuğu resimleri taşıyan bardaklar satılabilsin. Ayda iyi olmalı ki hastaneye köfte ayran gönderen ve bunu sosyal medyadan paylaşan yemek firmaları daha çok reklam yapabilsin. Ayda iyi olmalı ki yayın yönetmenleri ve reytingleri arasına toplum asla girmesin. Toplum her an kurulan talk şovun parçası-izleyicisi olsun!

“Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”daki yılanın ömrünü; bu atasözünü söyleyen herkes biraz daha uzatıyor. 

“Ben Ayda, iyiyim.”

Ayda iyi mi? Televizyonlara ve iktidara göre ‘iyi’. Peki ya biz? Biz iyi miyiz? Biz kötüyüz…Ve hepimizi kendi karanlık tarafımızı Ayda’nın “iyi” olmasıyla görmezden gelmeye devam ediyoruz.

Kötülüğü normalleştirmemiz ve hayatımızı televizyon patronlarının isteğine göre sürdürmemiz buna bağlı çünkü.

Unutmak, bu topraklardaki en büyük kötülük.

Bunu bile bile, unutmaya devam ediyoruz!..

Önceki ve Sonraki Yazılar
Seyit Tosun Arşivi