Berke Can Özcan: Titreşim, evrendeki her şeyin ortak özelliği

Son Güncellenme Tarihi: Ekim 5, 2020 / 20:01

Mountains are Mountains albümü yeni çıkan müzisyen Berke Can Özcan ile yeni albümünü, vurmalı sazlar yelpazesini, unutamadığı konserini ve pandemi sonrası programını konuştuk.

Albüm için söyleyeceğiniz tek şey olsa bu ne olurdu? 

Bu albümü türlü şekillerde deneyimlemeye açık olun. Size kendi içsel yolculuğunuzda eşlik etmesi için sunulmuş bir araç gibi kabul edin onu. Kendi hayatınızın filminin “soundtrack”i gibi.

Bugün dönüp baktığınızda hiç unutmak istemediğiniz performans neredeydi, nasıldı? 

Berlin’de eskiden su rezervuarı olarak kullanılan yeraltı bir yapıda konser yapmıştım. Dışarısı Ağustos sıcağı olduğu halde içerisi mont giydirtecek soğukluktaydı ve son derece nemliydi. Ama benim için unutulmaz olan, mekân içerisindeki “reverb” uzunluğuydu. Ses, labirentimsi taş duvarlarlı yapının içerisinde yaklaşık 12 saniye kadar dolaşıyordu ve bu durum bize resmen “mekânı çalmak” deneyimini yaşatmıştı. Konseri yerden yüksek bir platformun üzerinde gerçekleştirmiştik ve onun da sayesinde sanki balina büyüklüğünde bir davulun titreyen derisi üzerindeydik. O mekandaki sesi ve kokuyu unutmam mümkün değil.

Bir grubun parçası olmak nasıl bir duygu? 

Bir makinanın parçası olmak gibi. Makina çalıştığı sürece her şey yolundadır. Ama onun çalışmakta olduğuna güvenip bakımını, çarklarının yağını ihmal ederseniz hesaplamadığınız bir yerden sınav verirsiniz. Benim çok sayıda grubum oldu, birçoğunun kurucusuydum, birçoğunu da bir anlamda ben dağıttım. Grup hayatını hep sevdim, kendi hayatımın uzun bir bölümünü kapladı bu yaşam stili. Yalnız müzik yapmayı gruplarla müzik yapmakla kıyaslamaya çalışmayacağım, zira ikisi tamamen ayrı şeyler.

Seçtiğiniz enstrümanda en sevdiğiniz şey ne? 

Birçok enstrüman çalıyorum. Enstrüman olmayan şeyler de çalıyorum. Örneğin; toprak saksılar, saman süpürgeler, bisiklet zilleri, anahtarlar, gazoz kapakları, borular, lastikler, bambu kamışlar ve daha birçok şey… Ama aslında bütün bu saydıklarıma da “enstrüman” demek gerek. Çünkü hepsinin ortak özelliği ve benim tüm bu saydıklarımda en sevdiğim şey, titreşmeleri. Öte yandan bu “titreşim” evrendeki her şeyin ortak özelliği. Titreşen her şeyin bir sesi var ve benim ilgi alanım bunları keşfetmek. Ellerimle, sopalarla, fırçalarla, onları birbirine vurarak, sürterek, türlü türlü şekilde. Yani aslında “vurmalı sazlar” ailesi sadece kitaplarda, ansiklopedilerde tanımlanan kadar değil, etrafımızdaki her şey bu ailenin parçası ve yeterince heyecan vericiler. 


“Mountains are Mountains” albümünüzün yaratım süreci nasıldı, ilk fikir neydi? 

Mountains are Mountains kayıt süreci oldukça kısaydı, yaklaşık 2 aylık bir çalışma süresiydi stüdyoda. Ama o çalışmaya başlayana kadar 3 sene kadar gezmem, araştırmam ve kendimi tanımam gerekti. Dünyanın birçok yerine gittim bu dönemde. Kendimle kaldım, yeni insanlar tanıdım, hikayeler dinledim, öğrendim, okudum, durdum, düşündüm sonra daha da gezdim. Antik kentler beni derinden etkiledi, o medeniyetleri hissetmeye, “kökler”in nasıl da sarmal hikayeler anlattığına odaklandım. Aslında en baştaki fikrim peşi sıra gezdiğim 7 antik kentin her birini 3 duyguya bölmek ve 21 parçalık bir albüm yapmaktı. Bu niyetle başladığım kayıt sürecinde gittikçe derinleştim; 21’in çok ötesine geçtim, baştaki şekilciliğimden, kendime çizdiğim çerçeveden dışarı çıktım zevkle, bir metodun metodunu bulmuştum, sonra işler değişti, şekiller düzleşti, boyutlara dönüştüler. Ardı ardına sıralanmış dağlar gibi çok kademeliydiler: işte böyle geldi Mountains are Mountains.

Albüme şarkı yazarken bir tema belirlediniz mi?

Albüme ismini veren cümle Zen Budizm’ini Batı kültürüne tanıtan düşünürlerden biri olan D.T. Suziki’ye ait. Sadece bir albüm teması olmanın ötesinde bir anlamı var benim için. Bu sadece dağın görünen yüzü. 

Pandemi sonrası yeniden normalleşmede ilk planlar neler?

Pandemi öncesi uzun bir süreyi “tek seyircili” bir konser serisine adadım. “Teketek” adını verdiğim bu seride belirlediğim yüzlerce tema vardı ve baş başa kaldığım bir seyirci bunlardan ikisini seçiyordu ve ben de bir kasetin A yüzüne birini, B yüzüne de diğerini kaydediyor ve kişilere tek kopyası kendilerinde olan birer albüm üretiyordum. Öte yandan hali hazırda konser mekânı olmayan yerlerde, mekanlara özel performanslar sergilemeye başlamıştım, yukarıda bahsettiğim Berlin’deki su tankı, Polonya’da ve İtalya’daki müze konserleri bunlardan bazıları. Yeniden normalleşme sürecinde de bu tarz sanat mekanları, sergiler, müzeler, kitaplıklar performanslarım için seçtiğim yerlerden olacak. Ayrıca Fransa’da yayınlanmış ve Jean Dupont tarafından yazılmış olan ve dilimize “Meksika Maden Günlükleri” olarak çevrilen bir kitaptan esinlenerek, Barlas Tan Özemek ile birlikte, yeni bir albüm kaydettik. Kasım ayında yayınlanması planlanıyor.

Bir müzisyen olarak bu dönem sizin için verimli geçti mi? 

Evet, kesinlikle. Avrupalı ve Amerikalı müzisyenlerle internet üzerinden bol bol kayıt yaptığım, aylardır rafta bekleyen diğer kayıtlarımı düzenleyebilecek vakit bulduğum, şehrin arabasız ve uçaksız hallerinden yararlanarak kaydettiğim sokak seslerini arttırdığım, bahçede çalıştığım, okuyup araştırdığım, ilham dolu bir süreç yaşadım. 

Ezgi Gizem Gülümser

1990 yılında doğdu. Adnan Menderes Üniversitesi Hayvan Yetiştiriciliği ve Sağlığı okuduktan sonra İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Tiyatro Eleştirmenliği ve Dramaturji bölümünü bitirdi. Freelance yazarlık, senaristlik, tiyatro eleştirmenliği, dramaturgluk yapmakta.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top