Bıçak sırtındaki ekonomi

Merhaba sevgili okurlar. Her hafta yazı kaleme alırken iyi bir şeyler yazmayı istiyorum. Ancak mevcut ekonomik göstergeler ne yazık ki buna izin vermiyor. Aslında toplumdaki tüm ekonomik aktörler de bu olumsuzlukları derinden hissediyor. Enflasyon, yüksek kur, işsizlik ve yoksulluk sarmalı içerisindeki ekonomimizde beklentilerin de kötüleşmesi sorunların çözümünü elbette ki daha da güçleştiriyor. Bir de buna birbiriyle çelişen politikalar eklenince ekonomik tablo daha tehlikeli bir hale bürünüyor.
Mevcut ekonomik sorunlar içerisinde fiyat istikrarını sağlamak genel olarak ekonomiler için önem taşıyor. Zira fiyat istikrarı yerli paranın alım gücünü koruyarak refah düzeyini artırır, risk primini (CDS) düşürür ve bu düşmeye bağlı olarak faiz oranının da düşmesi yatırım ortamını iyileştirir. Bu nedenle Türkiye’de enflasyondaki yüksek seyir göz önüne alındığında öncelik enflasyonu düşürmekten öte fiyat seviyesindeki yükseliş eğiliminin kontrol altına alınmasını gerektiriyor. Bunun için de enflasyon beklentisinin yani enflasyondaki ataletin kırılması önem taşıyor. Çünkü enflasyondaki atalet geçmiş enflasyona bağlı olarak fiyatlamaların yapılmasına neden oluyor. Bu bağlamda enflasyondaki beklentiler kırılamadığı sürece açıklanan enflasyon verilerinin beklentilere paralel gelmesi elbette ki enflasyonu masum yapmıyor. TÜİK tarafından 4 Ekim Pazartesi günü, eylül ayı enflasyon verilerinde manşet enflasyonu gösteren TÜFE yıllık yüzde 19.58, aylık ise yüzde 1.25; ÜFE ise yıllık yüzde 43,96, aylık olarak ise yüzde 1.55 olarak açıklandı.
TCMB'nin para politikasında öne çıkardığı ve kontrol edebildiği bir enflasyon olan çekirdek enflasyon ise yüzde 16.98 olurken eylül ayında artışın yüksek olduğu grupların ise sırasıyla yüzde 5,15 ile eğitim, yüzde 3,33 ile ev eşyası ve yüzde 2,34 ile konut olduğu gözlemlendi. Yıllık artışta ise yüzde 28,79 ile gıda yine başı çekti.
Genel olarak enflasyondaki yükselişte en belirgin etkenler sepetteki güncellemeler, enflasyon hedefinin kısa vadeli olması, pandemi nedeniyle ekonomik faaliyetlerdeki zayıflık ve yavaşlama, döviz kurlarındaki geçişkenlik, girdi maliyetleri, enerji ve sadece petrol değil tüm emtia fiyatlarındaki artış, gıda fiyatlarındaki yükseliş ve lojistik nedenler olarak sıralanabilir.
Ayrıca enflasyonun kontrolden çıkmasında ithal mallara olan talepteki artış ve yurt dışından kredi talebindeki artışın etkili olduğu da görülmekte.
Bu noktada kur istikrarı ve bu istikrarın düşük düzeylerde yakalanması fiyatlama davranışlarını etkileme açısından çok önemli. Ancak enflasyonla mücadele için TL’nin değer kazanmasını beklemek şu anki koşullarda oldukça zor. Zira enflasyondaki bu yükseliş dövize yönelik talebi daha da artırıyor ve hane halkı satın alma gücünü muhafaza edebilmek için bunu yapmak durumunda kalıyor. Ayrıca cari işlemler açığı pozitif oluncaya kadar kur üzerindeki baskının da devam edeceği söylenebilir.
2002 yılından beri TL’nin döviz karşısındaki değer kaybının yüzde 80’leri geçmesi ve yapılan müdahale sonrasındaki faiz indirimi Türkiye’nin risk primini yükseltmekle kalmayıp hem iç hem de dış borç maliyetlerinin artmasına yol açtı.
Her ne kadar son açıklanan veriler ışığında ihracatın yıllık yüzde 30 artarak 20.8 milyar dolara ulaştığı belirtilse de ithalattaki yıllık yüzde 12’lik artışın buna eşlik ediyor olması kur baskısının ortadan kalkmasının çok kolay olmayacağını gösteriyor. Bu bağlamda ithalatın makro ihtiyati tedbirlerle kontrol altına alınması gerekirken hafta sonu Lihtenştayn ve İsviçre’den getirilen süt ürünleri ithalatının önünü açmaya ilişkin ithalat vergisini sıfırlayan kararın alınmış olması oldukça manidar. Ayrıca esnafa verilen katma değer vergisi indiriminin uzatılmaması da kalıcı politikalarla üretimi artırmak gerektiğinin ne denli önemli olduğunu ortaya koyuyor. Tüm bunlara ilave olarak TL’yi cazip hale getirebilmek için TL mevduatlara uygulanan stopaj desteğinin tekrar uzatılması ve bir yıldan uzun vadeli hesaplardan yine stopaj alınmayacak olması kararı, mevduat sahibine verilen bu desteğin çiftçiye verilenin üzerine çıkması oldukça dikkat çekici.
Hal böyle iken yüksek enflasyonun yol açtığı tahribat; işçi, küçük esnaf, çiftçi ve dar gelirliyi koruyacak politikaların önemini bir kez daha açığa çıkarıyor. Nitekim DİSK’in, gelirden en fazla pay alan yüzde 10’luk kesimle en az pay alan yüzde 10’luk kesim arasındaki gelir farkının 2020 yılında 14.6 kat olduğuna ilişkin açıklaması, fakirleşme döngüsünü ortaya koymak açısından oldukça dikkat çekici. Tüm bunlar göz önüne alındığında talimatlı piyasa ekonomisinin ve alım gücü artırılmadan zincir marketlere karşı getirilen alternatif önlemlerin tam karşılık bulup bulmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. Ancak bu şartlar altında en büyük ekonomistlerin açlık ve yoksulluk sınırında yaşam mücadelesi verenler ile bu mücadelede yer alarak mutfakta mucize yaratmaya çalışan kadınlar olduğunu düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serap Durusoy Arşivi