Bir Çocuktan Fazlası

“Örneğin Toplumsal fayda her şeyin üstündedir. Bireyler topluma boyun eğmelidir. Ayrıca Parti yanılmaz. Bu telkin, insanın insanlığını, bireyselliğini ve vicdanını yok ediyor. Bir millet için en trajik şey hafızasızlıktır.”

                Dünyanın herhangi bir yerinde bir gün biri çıkar ve zihninde tasarladığı o akla hayale gelmez çılgın fikirlerini gerçeğe dönüştürmek için -kimi zaman güç kullanarak kimi zaman da sandığa tırmanarak- oturduğu yüksek koltuğundan kalkıp yürümeye başlar. Her türden soytarısı da beraberindedir. Oysa o adımların ezdiği yerde nice canlar yanar, nice ağıtlar yakılır. “Yürüyen” ve şürekâsının başları o kadar yukardadır ki artık, ezilenlerin feryadı ulaşmaz onlara. Zaten dünya tarihi dediğimiz şey, ezenlerin kaleme aldığı ama ezilenlerin yaşadığı olaylardır. Ve bu acımasız gerçek, tarihin solgun duvarlarına çığlıklarla kazınmış imzalar gibi duruyordur.

                Dünyaya hediye ettikleri(!) virüsler, akıl almaz yeme kültürleri ve Uygur Türklerine karşı politikaları ile sıkça gündemimize düşen Çin, tarihin en eski uygarlıklarından olmasının yanı sıra liderlerinin zulmünü yaşamış topluluklardan da biri.

Mao’lu yıllar

                Savaşlar, istilalar ve mücadelelerle geçen hanedanlar döneminin ardından milliyetçilerle devam eden mücadelesini kazanan Çin Komünist Partisi ve bu partinin liderliğini elinde tutan Mao Zedung, iktidara geldiğinde feodal yapının katmerlediği acıyla yoğrulmuş bir halk için önemli bir umut ışığı, yeni bir başlangıçtı. Oysa 1 Ekim 1949’da başlayan Mao macerası oturtulduğu koltuğundan kalkıp zihninden geçirdiği çılgın projeleri gerçekleştirmek için yürümeye başlayan bu tiranın tuhaflıkları ve ezip geçtiği hayatların yok oluşuyla doludur. “İleri Büyük Atılım” olarak adlandırılan yıllar, Mao’nun çılgın projelerini korkusuzca hayata geçirdiği dönem olarak bilinir. Dünya çelik üretiminde Çin’i ilk sıralara taşımayı kendine görev edinen Mao, milyonlarca köylünün tarımı bırakıp arka bahçede bulabildikleri her şeyi yakarak çelik üretmesi emrini vermiştir; daha sonra elde edilen veriler milyonlarca insanı açlıkla karşı karşıya getiren bu çabanın aslında işe yaramaz tonlarca çeliğin üretiminden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Kaynaklar bu dönemde 38 milyon Çinli’nin açlıktan öldüğünü ve ülkenin kimi yerlerinde insan eti yeme vakalarının yaşandığını göstermektedir. Şehirdeki insanlara ise o dönemde Komünist Parti yetkilisi Chu En Lai’nin bizzat deneyip onayladığı idrar içinde yetiştirilen Chlorella tüketmeleri öneriliyordu (Bir çeşit su yosunu olan bu madde şimdilerde kapsül şeklinde enerji ve yaşlanma karşıtı besin olarak pazarlanıyor). “Dünya Devrimi için 200 milyon Çinliyi feda etmeye hazırız.” diyen Mao’nun doğaya da saygısı olmadığını serçelerle olan mücadelesinde görebiliyoruz. Ekinlere zarar verdiğini düşündüğü serçeleri öldürmek için milyonlarca Çinliyi görevlendiren Mao, doğal dengenin bozulmasının ardından Sovyet Rusya Elçiliğine gönderdiği “çok gizli” ibareli mektupla Sovyetlerden acilen 200 bin serçe gönderilmesini talep etmiştir.

“İzinsiz hamile kalmayın!”

                Bugün aşırı nüfusun yarattığı ucuz iş gücü ile dünyanın en önemli üretim merkezlerinden biri haline gelen Çin, uzun süre bu nüfusu kontrol altında tutabilmek için farklı politikalar izlemek zorunda kaldı. Bunlardan en ünlüsü geçtiğimiz yıllarda terk edilen “Tek Çocuk Politikası” idi. Mao sonrası dönemde, 1981’de uygulanmaya başlanan ve bugün tamamen terk edilen bu politika, genel hatlarıyla nüfus artış hızını düşürebilmek adına her evli çiftin sadece tek bir çocuk sahibi olmasını hedefliyordu. Birkaç istisnai durum dışında (ilk çocuğu kız veya engelli olan köylü aileler örneğin) ikinci çocuğa izin verilmiyordu. Yarattığı sorunların en hafifi kardeşi, yeğeni, kuzeni, dayısı, amcası, halası, teyzesi, eniştesi, yengesi, eltisi, bacanağı olmayan milyonlarca gencin topluma kazandırılmasıydı. Bunun dışında tek çocuk sahibi yaşlı anne ve babaların bakımının devlete kalması ile 1960’lardan bu yana görülen en düşük doğum oranı sonrasında gelecek yıllarda ihtiyaç duyulan işgücüne sahip olunamayacağı kaygıları da var.

                Ancak çoğunluğu ekonomik ve kalkınma ağırlıklı kaygıların dışında insan hikayelerine yansıyan trajedileri de vardı bu politikanın.

                Örneğin Nobel ödüllü Çinli yazar Mo Yan’ın köyüne dönen bir askerin öyküsünde rastlarsınız böylesi bir drama. Otobüsten inip köyünün yolunu tutan bir adamın (ismini hiç zikretmez Mo Yan) ayçiçeği tarlasından geçtiği esnada ağacın dibine bırakılmış bir bebek bulmasıyla başlar hikâye. Zaman tahmin edeceğiniz üzere Tek Çocuk Politikası’nın acımasızca uygulandığı yıllardır. Bırakmaya kıyamaz genç askerimiz. Alır evine götürür. Kucağında nereden geldiği bilinmeyen bir bebekle onu gördüklerinde ne karısı ne de ana babası sevinirler geldiğine. Bir tek askerin kızı “Babam erkek kardeş getirdi bana.” diye sevinir. Oysa karısı da dahil ülkedeki tüm çiftlerin erkek evlat sahibi olmak istediği bir ülkede eve sahipsiz bir kız bebek getirmek başına belalar açacaktır askerin. Çünkü içinde bulundukları zaman, bu tür insanî davranışların hüsnü kabul gördüğü bir devir değildir. Mo Yan askerin bu durumunu şu satırlarla aktarır okuyucusuna:

                “İnsanoğlu öyle bir noktaya evrilmişti ki onu hayvanlar âleminden ayıran çizgi, kâğıt inceliğindeydi şimdi; insanlık denilen şey de bu kâğıt kadar ince ve kırılgandı, ufak bir dokunuş yeterdi parçalanmasına.

                Başta karısı olmak üzere çevresindeki herkes, ölüm de dahil, bulduğu bu bebekten kurtulmasını tavsiye etmektedir ona. Çözüm yolu bulmak için çabaladıkça ve üzerinde düşündükçe “kız evlat” sahibi olmanın feodal bir toplumda ne büyük bir yük gibi algılandığının ayırdına varır. Daha ötesi cinayettir. Hemen her evin eşiğinden kan sızmaktadır. Beklenen ve arzulanan erkek evlada ulaşıncaya kadar öldürülen kız çocuklarının kanıdır bu.

                “Tünel” isimli öyküsünde de aynı konuyu ele alan Mo Yan bu defa Tek Çocuk Politikası’na karşın ilk üç çocuğu kız olan ancak erkek evlada kavuşmak için ısrar eden Fang Shan ve hamile karısının dramatik hikayesini anlatır (Her iki öykü de yazarın Can Yayınları etiketiyle çıkan Saydam Turp isimli kitabında yer alıyor).

                Amazon Prime’da yer alan “One Child Nation” belgeseli ise bu nüfus politikasının ezdiği hayatlar üzerinden oluşan travmayı daha net bir şekilde gözler önüne seriyor. Belgeselde 1985’te Çin’de dünyaya gelen Nanfu Wang’ın hikayesiyle beraber bu travmanın izlerini sürüyor ve dev propaganda aracının insanları nasıl istenen kalıba sokmaya çalıştığını, direnenlerin ise ne büyük zulümlerle karşılaştığını görüyoruz. Doğduğu köyde ebelik yapan Huaru Yuan’a mikrofonu uzatıyor örneğin Wang. Şimdilerde kısırlık çeken ailelere yardım ederek onların mutluluğu ile günahlarını yıkamaya çalışan ebe, büyük kısmı Tek Çocuk Politikası yıllarına denk gelen meslek yaşamı boyunca 60 binden fazla bebeğin kürtajına veya öldürülmesine yardım ettiğini ya da devlet yetkilileri tarafından kaçırılıp “domuz gibi bağlanan” kadınların tüm yalvarmalarına, ağlamalarına rağmen nasıl zorla kısırlaştırıldığını anlatıyor. Amerika’da yaşayan Nanfu Wang başlarda bebek ölümlerine göz yuman hatta bu konuda sağlık çalışanlarını destekleyen Çin yönetiminin daha sonra bu işi nasıl ticarete döktüğünü ve ailelerinden alınan bebeklerin başta ABD olmak üzere dünyanın farklı bölgelerine nasıl satıldığını, o minik yüzlerin nasıl ürün kataloğundaymış gibi sergilendiğini tüm çıplaklığıyla ortaya döküyor.

                Bir başka sahnede ise ressam Peng Wang’ın anlattıklarına kulak veriyoruz. Köprü resimleri için yaptığı bir araştırma esnasında tıbbi atık poşetine konulup çöplerin arasına atılmış bebek cesedi ile karşılaşınca konuya ilgisi artıyor sanatçının. Ve bir anda “Tek Çocuk Politikası”nın binlerce bebeğin kimi zaman doğmadan kimi zaman da doğar doğmaz katledilişinin kanlı izlerini her yerde görmeye başlıyor. Bu acımasız politikanın insanlara nasıl empoze edildiğini ise şu sözlerle ifade ediyor:

                “Örneğin Toplumsal fayda her şeyin üstündedir. Bireyler topluma boyun eğmelidir. Ayrıca Parti yanılmaz. Bu telkin, insanın insanlığını, bireyselliğini ve vicdanını yok ediyor. Bir millet için en trajik şey hafızasızlıktır. Tek Çocuk Politikası sona erdiğinde, insanlar istediği kadar çocuk yapabildiğinde Tek Çocuk Politikası’nın anısı kaybolacak.”

Bir, çok az, iki, çok iyi

                Çin’de otuz yıl içinde meydana gelen politika değişikliği Peng Wang’ı haklı çıkartmış gibi görünüyor. Zira insanları tek çocuk sahibi olmaya zorlayan politikanın “Birden fazla çocuğu olanları şikâyet edin. 120 dolar kazanın.”, “Kısırlaştırmayı reddedersen acısını ailen çeker.”, “Aldır, düşür, doğurma!” gibi propaganda afişlerinin yerini bugün “Millî Politika gerçekten mükemmel. Her ailenin iki çocuk yapma izni var.”, “Bir, çok az, iki, çok iyi. Çocukların kardeşi olacak. Yaşlılara bakılacak.” türünden afişler almış durumda.

                   Yol kenarlarına, kaldırımlara, pazarlara, ağaç diplerine bırakılan ve ne yazık ki pek çoğu yaşamını yitiren suçsuz günahsız bebeklerin yarattığı travma Çin toplumu üzerinde göründüğünden çok daha derin izler yaratmış anlaşılan. O dönemi yaşayanlar her ne kadar liderleri veya o dönemin politikalarını kutsallaştırıp “Gerçekten başka seçeceğim yoktu!” diyerek vicdanlarını rahatlatmaya çalışsa da tek çocuk olarak yetiştirilmek zorunda kalan ya da kardeşlerini, kuzenlerini, ülkedeki milyonlarca bebeği bu şekilde kaybeden gençler, ebeveynlerinden hesap sormaya başlamış gibi görünüyor. Tıpkı Nanfu Wang gibi.

                Ve detaylarını öğrendiğinizde insanoğlunun hayatta kalmak uğruna ne derece vahşileşebileceğinin ifadesi olarak bu katledilen, tıbbi atık muamelesi gören, yol kenarlarına, kaldırımlara, pazarlara, ağaç diplerine bırakılıp sineklerin, karıncaların ısırıklarıyla yüzü gözü şişerek can veren bebeklerin gölgesi Çin’in geride bıraktığı yılların üzerine vurmaya devam edecek gibi görünüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi