BİZE NE AMERİKAN SEÇİMLERİNDEN?

Sizler bu yazıyı okuduğunuzda muhtemelen sadece Türkiye’de değil, dünyadaki haber kanallarının çoğu ABD başkanlık seçimi ile ilgili yayınlar yapıyor olacak. Eğer Cuma günü hepimizi üzen İzmir depremi yaşanmasaydı, Amerika seçim haberlerinden bir çoğunuza gına gelmiş bile olabilirdi.
Amerika’daki başkanlık yarışı elbette ki dünyanın her ülkesi için haber değeri taşır ve medya bundan önceki seçimlere de yayınlarında hep geniş yer ayırmıştır. Ama hem ABD’de hem de dünyada çok sayıda insan bunu sadece bir “seçim” olarak değerlendirmemektedir.
Bu yazı yazılmadan önceki tahminlere göre seçime katılma oranının yüzde 70 civarında olması beklenmekteydi ki bu 1908 yılından bu yana en yüksek sandığa gitme oranı demek. Yani 112 yıllık bir rekorun kırılması bekleniyor. Dolayısıyla çok sayıda Amerikalının bunu diğer başkanlık seçimlerinden farklı gördüğü aşikar.
Benzer bir tavır dünyanın genelinde de söz konusudur. Profesyonel ilgim nedeniyle uzun yıllardır ABD başkanlık seçimlerini takip ederim. Ancak şu ana kadarkiler içinde hem benim hem de dünyanın en çok ilgilendiği seçim açık ara Trump-Biden rekabetidir.
Bu ilginin nedeni sadece Trump’ın sıra dışı tutumları değil hiç şüphesiz ki. Amerikalı seçmenler de, dünyanın geri kalanı da aslında bundan sonra nasıl bir ülkede ve dünyada yaşayacaklarını merak ediyorlar.
Daha açık ifade etmek gerekirse; uzun zamandır yükselişte olan otoriter popülizm (bazı yazarlar “popülist otoriterlik” şeklinde de kullanıyor) yeni bir büyük zafer daha kazanıp güçlenerek dünya üzerinde iyice egemen mi olacak, yoksa büyük bir mağlubiyet alacak ve Amerika’da başlayan bu trend domino etkisi ile birer birer dünyanın diğer ülkelerine de yayılacak mı?
Hikayeyi baştan anlatalım…
2016 ABD BAŞKANLIK SEÇİMİ: KABUS BAŞLIYOR!
Aslında süreç biraz daha önce başlıyor. İlk olarak ABD’de ortaya çıkan ve ardından tüm dünyayı etkileyen 2008 küresel ekonomik krizi, çok sayıda insanın işlerini ve gelirlerini kaybetmesine neden oldu. Bu süreç yoksul ülkelerden zengin Batı’ya yönelen yasadışı göçleri de tetikledi. Tüm bu yaşananlar demokrasi ile yönetilen bir çok ülkenin ekonomik modeli olan neoliberalizmi kökünden sarstı ve yabancı düşmanlığı, ırkçılık, İslamofobi ve göçmen karşıtlığı gibi çeşitli unsurlara dayanan aşırı sağcı siyasi hareketler yükselmeye başladı.
Bundan önceki aşırı sağcı siyasetçilerden farklı olarak, popülizmi de yoğun olarak kullanan ve süreç içerisinde otoriterleşme eğilimleri gösteren liderler arka arkaya Venezuela, Polonya, Macaristan, Hindistan, Filipinler gibi ülkelerde işbaşına geldi. Bu gelişmeler tüm dünyayı tedirgin etti ve demokrasi ile yönetilen ülkelerin niye otoriter popülizme yöneldiğine dair büyük bir külliyat da oluşmaya başladı. Ancak çok az sayıda kişi dışında kimse demokratik liberalizmin kalesi olan ABD’de otoriter popülist bir liderin başkan seçilebileceğine ihtimal vermiyordu.
2016 yılında yapılan ve Hillary Clinton ile rekabet ettiği seçimi 3 milyon oy daha az almış olmasına rağmen seçim sisteminin cilvesi sonucu Trump kazandı ve hem ABD hem de dünyada liberal demokrasiye inanan herkes için kabus başladı.
Trump’ın ilk işi İran, Irak, Libya, Somali, Sudan, Suriye ve Yemen gibi nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerden ABD’ye seyahati kısıtlamak oldu (Muslim Ban). Seçim kampanyası esnasında dile getirdiği, ancak seçildikten sonra uygulayabileceğine kimsenin ihtimal vermediği bu adımı Trump gözünü kırpmadan atmıştı. Olay yargıya taşınınca, yine Amerikalıların hiç aşina olmadığı yeni bir şey yaşandı ve ABD başkanı Amerikan yargısı ile kavgaya tutuştu.
Trump’ın yine gelir gelmez ABD-Kanada-Meksika arasındaki serbest ticaret anlaşması olan NAFTA’dan çekilmesi, Paris İklim Anlaşması ve İran’la yapılan nükleer silah anlaşmalarından ayrılmasının yanı sıra, Dünya Sağlık Örgütü üyeliğinden çıkması tüm dünyanın dengelerini bozdu.
2019 COVID PANDEMİSİ: TRUMP’IN KABUSU BAŞLIYOR!
ABD’yi dünyanın jandarmalığından kural tanımaz kabadayılığına geçiren ve ekonomide elde edilen başarılarla keyfi yerinde olan Donal Trump’ın fiyakası, ancak laboratuvarlardaki gelişmiş mikroskoplarla görülebilen küçücük bir musibet tarafından bozuldu.
Aşırı özgüveni ile ciddiye almadığı Covid 19 salgınını yönetmek rasyonel bir liderlik gerektiriyordu ama Trump bunun oldukça uzağındaydı. Tehdidin önemsenmemesi ve gerekli tedbirlerin alınmaması nedeniyle vaka sayılarında çok hızlı artışlar yaşanınca sağlık kuruluşları yetersiz kaldı, stadyumlar hastaneye dönüştürüldü, maske ve solunum cihazı bulunamadı.. Neticede çok kısa bir sürede ABD salgının merkezi haline geldi, ekonomi ve sosyal yaşam kelimenin tam anlamıyla felç oldu. Trump’ın yönetim anlayışı nedeniyle ABD içine girdiği şoktan bir türlü çıkmayı başaramadı. İşsiz sayısı 40 milyonu geçti ve hala dünyanın en çok vaka ve ölüm sayısına sahip ülkesi konumunda.
Tüm bu olumsuzlukların seçime giderken yaşanması Trump için büyük bir şanssızlıktı ve belki de çok rahat kazanabileceği bir seçim virüs nedeniyle zora girdi. Biden’ın adaylık ihtimalinin güçlendiği Kasım ayından bu yana yapılan bütün anketlerde Trump öne geçmeyi hiç başaramadı ve aradaki makas zaman zaman 15 puanlara kadar yükseldi. Son hafta açıklanan anketlerde de 8 puan civarında Biden lehine bir fark söz konusu.
DÜNYA İÇİN SON ŞANS MI?
Trump’ın seçilmesinden sonra otoriter popülizm, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu başka ülkelere yayıldı. Bu nedenle konu üzerinde kafa yoran birçok insan Trump’ın ikinci kez seçilmesi durumunda dünyanın eskisine kıyasla çok daha kötü bir yer olacağından endişe ediyor.
Tersi olması durumunda, yani Amerika seçmeninin 4 yıllık otoriter popülist deneyimi uzatmayı reddedip, yeniden fabrika ayarlarına dönmesi halinde ise ,başlayan bu sürecin domino etkisiyle diğer ülkelere de yayılacağı ve mevcut otoriter popülist liderlerin çağının yavaş yavaş sona ereceği tahmin ediliyor.
Dolayısıyla ABD seçmeni aslında hepimizin hayatını etkileyecek bir seçim yapıyor. Dünya ya Steven Levitsky ve Daniel Ziblat’ın Demokrasiler Nasıl Ölür? (How Democracies Die?) isimli sarsıcı kitaplarında otoriter eğilimleri teşhis etmek için kullandıkları göstergelere göre
iktidar oyununun demokratik kuralların dışında oynandığı,
muhalefet etmenin gayrımeşru olarak görüldüğü,
siyasi şiddetin tolere edildiği ve teşvik gördüğü,
temel hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı
siyasal sistemler eliyle yönetilecek ya da antik Yunan filozoflarından bu yana şekillendirilen demokratik prensiplere geri dönülecek.
Bugün tarihsel bir dönüm noktasına şahitlik edeceğiz. Umarız tarih tekerrürden ibaret değildir ve 1929 Büyük Buhranı’ndan sonra dünyanın içine yuvarlandığı o karanlık dönemi yeniden yaşamak zorunda kalmayız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İbrahim Uslu Arşivi