Mutlu Hesapçı

Mutlu Hesapçı

“Bu acının bir parçası olmak zorundayız”

Depremin üzerinden günler geçti bugün 1 ay oldu diyebiliriz. Geçmez sandığımız günler bir şekilde geçiyor. Bu süreçte biz ise nasıl bir durumun içinden geçtiğimizi hâlâ kavrayamıyoruz çünkü aklımızın ermediği kadar büyük bir yıkımın içinde öylece kaldık.

Üzüntülüyüz, acılıyız, öfkeliyiz, kaygılıyız ve daha pek çok farklı duygular içinde sallanmaktayız.

Nereden baksak her şey elimizde kalıyor ama hayata tutunmak için çabalamalıyız çünkü hayat devam ediyor.

Psikiyatrist Dr. Bahar Tezcan’a içinde bulunduğumuz durumu, ruh halimizi, yaşadıklarımızı, gelip giden aklımızı, bundan sonrasını, ruhsal çıkış yollarını aslında bir terapiye gitmişim gibi aklımda ne varsa her şeyi sordum. Röportaj bana iyi geldi, terapi oldu. Umarım sizlere de iyi gelir ve yol gösterici olur.


Sözün bittiği yerdeyiz bir felaketin içindeyiz. Deprem felaketinde ölenlere rahmet, kalanlara sabır ve güç diliyorum. Felaketin ilk boyutuyla bugün gelinen noktadaki boyutunu düşündüğünüzde değişen ruh haliniz nedir, siz neler hissediyorsunuz?

Bu röportajı yaptığımız sırada deprem felaketinin birinci ayını bile doldurmadık. Yani aniden gelişen ve kayıplara neden olan olaylara karşı verdiğimiz erken dönem psikolojik yanıtlarımız devrede. Beklenmedik demiyorum çünkü o bölgeye ait deprem, uzmanlar tarafından bildiriliyordu yani bekliyor olmalıydık. Sadece ne zaman ve nasıl olacağına dair net bir bilgimiz yoktu. Ben uzaktan tanıklık edenler tarafındaki kişi olarak duygularımızı şöyle ifade edebilirim; şaşkınlık, hüzün, kaygı, öfke, suçluluk duygusu, pişmanlık, umutsuzluk, çaresizlik, utanç yani ne ararsanız var iç dünyamızda. İnsana dair her duygu yüzeye akın etmiş durumda. Her birinin dozu ve süresi ise kişisel travma taşıyıcı kolonumuz tarafından belirleniyor. Sağlıklı bir alt yapıya sahip olanlar sarsıntı ile atlatırken, ruhsal kolonları daha dayanıksız olanlar yıkılma, çökme, dağılma hisleri yaşıyor. Bu dönemde herkesin bir şekilde psikolojik dayanıklılığı büyük bir teste tabi tutuluyor. Acıyı yaşamak kadar tanıklık etmek de çoğu zaman çaresizce bir durumdur. Ama elbette öfke yine tüm duygular arasındaki hiyerarşisini koruyor ve en meşru duygu olarak kabul gördüğü için herkes en özgürce bunu savuruyor. Kontrol algısı ve dünyaya olan temel güven duygusunda da ciddi bir zedelenme mevcut.

“ELİMİZDE KALAN TEK DAYANAK TOPLUMSAL İYİLEŞME GÜCÜNE İNANMAK”


Böyle bir felaketi insan nasıl kabul edebilir, insanın psikolojisi bu acıya nasıl dayanabilir?

Rasyonel açıdan baktığımızda deprem bize bir kabulü ya da reddi sormuyor. Doğa olayları bildiğini okur. İnsanların buna verdiği yanıtta söz sahibiyiz ve burada kabulden bahsedebiliriz. Bir depreme karşı mevcut hazırlıklarımız yoksa, dayanıklı kentler inşa etmediysek, sosyolojik ve politik olayların takipçisi ve sorgulayıcısı değilsek yani sorumluluk almadıysak, olayların aktif birer parçası değilsek kabullenmek de daha zor oluyor. İnsan felaketler karşısında önleyici ya da çözümcü bir yerde durabildiğinde kontrol edebilme algısını geliştirebiliyor ve bu tutumlarının sonu kabullenmeye evrilebiliyor. Mevcut deprem felaketinde öyle çok kargaşa, havada asılı sorular, belirsizlikler ve çaresizlikler var ki insanların kişisel ve toplumsal hesaplaşması çok zaman alacak gibi duruyor. Dayanmaktan kastettiğimiz tam olarak nedir bu önemli. Acıya ve kayıplara rağmen hayatta kalmaya devam etmek yani intiharı seçmemek dayanmaksa şunu söyleyebiliriz ki insanların çoğu başına gelen her felakete bir şekilde dayanıyor. Ancak nasıl dayandığı konusunda belirleyici olan bazı faktörler var. Örneğin;

  • Kişinin geçmiş yaşantısından getirdiği travmaların çeşitliliği,
  • Bireysel olarak ruhsal dayanma kapasitesi,
  • Kaybettiğimizin ne olduğu ve nasıl olduğu,
  • Ani ve bir felaket içinde mi geldiği,
  • Sosyal ve çevresel destek sistemi psikolojik dayanıklılıkta önemli rol oynuyor.

Yaşadığımız bu çok acı olayda maalesef insanların ani, çok dramatik bir şekilde, en yakınlarını ve en güvenli alanlarını kaybettiğini görüyoruz. Tüm bu alanlarda yenik durumdayız. Elimizde kalan tek dayanak ruhsal olarak bireysel ve toplumsal iyileşme gücüne inanmak ve sosyal dayanışmayı elden bırakmamak. Maddi ve manevi yardım araçları, oradaki insanların seslerini tüm ülkenin duyması, kayıtsız kalmamak ve en önemlisi unutmamak çok sağaltıcı olacak. Kayıp karşısında tutulacak yas süreci belli ki çok sancılı geçecek. Ailesini, evini, şehrini kaybetmiş insanlara öğüt ya da teselli verecek bir haddimiz ve hakkımız yok biliyorum. Onlar belki de bize anlatacak hatta haykıracak nasıl dayandıklarını. Acıları dinlemekten ve duygudaşları olmaya çalışmaktan başka çaremiz yok.


“Artık ölen insanlardan da yakınlarını kaybedenlerden de özür dileyemeyiz”

Depremi yaşayan, yakınları ölen, evi-barkı ve şehri yok olan insanlarda bu afet ne gibi travmalara yol açacak?

Yine bu çok acı deneyimi yaşamış insanlar hakkında net konuşmak ve onlara psikiyatrik tanılar atamak istemem. Kişiyi bir kapsüle koymak ve onu anlamamak olur bu. Ancak kayıplarla yaşayabilen insanlardan öğrendiklerimiz genelde şunları söylüyor; insanın hayata artık başka bir şekilde yerleştiği, kendi varlığının ve dünyanın temsilinin artık tamamen değiştiği ya pes ettiği ya da hayata daha dirençli tutunduğu. Genel bilgilere göre, yaşamına dair pek çok alanda kayıp vermiş bir insandan bahsettiğimizde maalesef uzun vadede kaygı bozuklukları, depresyon, post travmatik stres bozukluğu, alkol, madde kullanım bozuklukları gibi pek çok alanda sorun görebiliyoruz ama elbette şart değil. Oldukça kişisel bir süreç ilerliyor. Hatta deprem gibi doğa olayları söz konusu olduğunda travmaların boyutunun en büyük belirleyicilerinden olanlar sosyolojik, politik, ekonomik tutumların nasıl ilerlediğidir. Bir doğa olayı afete dönüşmüşse ki maalesef burada durum tam olarak bu olmuştur herkesin durup düşünmesi gereken pek çok öge vardır. Neden sadece sarsılmadık da yıkıldık. Maalesef çok vahim sonuçlar yaşadık çünkü dersimize iyi çalışmamıştık. Artık ne ölen insanlardan ne de yakınlarını kaybedenlerden özür dileyemeyiz de… Utanırız. Umarım kayıplarla yaralanan her birey yaşama tutunacak sebepler bulabilir ve yitirdiği anlam kaybını yeniden inşa edebilir.

“BİR SÜRE SADECE NEFES ALIYOR GİBİ YAŞAMAK ÇOK ANLAMLI VE ÖNEMLİ”

Hayatta ve ayakta kalanlar depremi yaşamayan bölgeler de dahil yaşayan ölülere dönüştük. Sadece nefes alıyoruz hissindeyiz hepimiz. Bu durumla nasıl başa çıkabileceğiz?

Hemen başa çıkmaya çalışmayalım. Bu acının bir parçası olmak zorundayız. Hem kişisel yaşantılarımız için bu çok gerekli hem de orada kayıp verenlerin yasına ortak olma sorumluluğumuzdan dolayı. Bir süre sadece nefes alıyor gibi yaşamak çok anlamlı ve önemli diye düşünüyorum. Hız kesmeye, sorgulamaya, düşünmeye ve güçlenmeye yarar. Duyguların ne kadar yoğun olduğunun önemi yok. Hepsi bize bir şeyler söylüyorlar. Dinlemek ve içinde kalmak zorundayız. Hayat hemen yeniden normale dönmemeli. Dünya böyle bir dönemde bir dursun önce. Zaten sonra hızlıca tekrar dönmeye başlayacak. Travmayı bizzat yaşamayan ama tanıklık eden pek çok kimse zaten rutinine dönecek ve hayat akıp gitmeye devam edecek. Bu hep böyle olmuştur. Savunma mekanizmaları devreye girer ve insan yola devam etmeyi seçer. Beklemek, izlemek ve anlamak çok mühim.

“DUYGUSAL İHTİYAÇLARIMIZI BİR MÜDDET DİNLEMEK VE ONLARA UYUM SAĞLAMAK ZORUNDAYIZ”

Bir yandan bölgede artçı sarsıntılar devam ediyor, deprem uzmanları her gün yeni bir fay hattından ve yeni şehirlerden bahsediyor hatta İstanbul depremine dikkat çekiyor. Depremi bekleme gibi bir durumun içinde kaldık. Bu psikoloji ile günlük hayata nasıl devam edeceğiz?

Bizim ülkemizde bir gerçekle yaşamak zorundayız ki bu da şudur, deprem pek çok şehirde şimdi ya da daha sonra yeniden meydana gelecek. Günlük hayata bu bilgiyle devam edeceğiz çünkü bu bize bundan sonrası için nasıl önlemler alacağımıza, hazırlıklar yapacağımıza dair bir kavrayış sunacak. Toplumsal duruş ve hak arayış çok önemli. Sağ kalmayı ve sağlıklı yaşamayı hak eden bireyler olduğumuza inanmak ve bunun inşası için gerekenleri yapmak adına aktif bir yer edinmek zorundayız. Ancak bu ruhsal sağlığımızı zedeleyecek şekilde pasifçe sürekli bunları düşünerek, kurgular yaparak ve dehşete düşerek olmaz. Duyguları ağır ve gereksiz bir yük gibi görmezsek zaten onlar bir süre sonra kayboluyor. Ancak bir duygu seline kapıldıysak, sağlıklı düşünceleri kullanarak, rutin ya da faydalı eylemlere devam ederek yatışmalarına yardımcı olabiliriz. Sağlıklı düşünce burada ne olabilir? Henüz bir deprem içinde değiliz ve güvenlik önlemlerini alabiliriz, sivil toplum ve siyasi kuruluşların bu anlamda neler yaptıklarının takipçisi olabiliriz. Henüz ve hâlâ güvendeyiz. Olana kadar beklemek değil, aktif bir rol üstlenebiliriz. Böylece kontrol duygumuz geri dönebilir ve sağlam kalır. Acıyla başa çıkabileceğimize dair bir düşünce geliştirmek ve gücümüzü yeniden bir şekilde tesis edebileceğimize inanmak yardımcı olacaktır. İnsan daima sorun çözmek üzerine kurguludur. Hep bir yolunu buluruz ve bu iyi ki de böyledir. Kendimizi ve başkalarını korumak adına bu düşünceye tutunmak zorundayız. İhtiyacınız olan her ne ise onu iyi dinleyebilirsiniz. Durmak ve öylece kalmak mı istiyor, daha hareketli olmaya mı yelteniyor, acıyı derinden hissetmek ya da erteleyerek mi yaşamak istiyor, çok uyumak ya da uyumamak mı, az ya da çok yemek mi fark etmez. Duygusal ihtiyaçlarımızı bir müddet dinlemek ve onlara uyum sağlamak zorundayız. Bir süre sonra zaten hepsi yoluna giriyor.

“ORTADA PSİKİYATRİK BİR HASTALIK YOK, YAŞANAN BİR AFETE VE KAYIPLARA VERİLEN TEPKİLER VAR”

Sanki hepimize sakinleştirici en güçlü ilacı verseler halindeyiz. Hayatla bağı tekrar kurma anlamında hem psikolojik olarak terapi önerileriniz ya da reçeteli olarak alabileceğimiz ilaç önlemleri var mı, bu konuda neler söylersiniz? (Öyle ki sakinleştirici ilaçlarını bırakan birçok arkadaşım psikiyatrlarına danışmadan ilaçlarını almaya maalesef tekrar başladılar)

Bu sürecin içine ilaçların ya da psikoterapi süreçlerinin girmesi yanlış bir yol olur. Vahim bir olay yaşandı ve bunun tüm duygusal ve zihinsel yansımaları yaşanacak. Ortada psikiyatrik bir hastalık yok. Yaşanan bir afete ve kayıplara verilen tepkiler var. Bu kadar sıra dışı bir dönemde ya da herhangi bir başka olaya bağlı kayıpta uzun zaman ilaç ya da başka tedavi süreçlerine girişilmez. Kişinin yası yaşaması gerekir. Biz bu dönemde kişilerin yasına eşlik edecek doğru bir mesafede durmak zorundayız. Daha öncesinde ilaç kullanan hiç kimse hekimi ile temasa geçmeden yeniden ilaçlarına başlamamalı elbette. Yas döneminde hedef hızlıca sakinleşmek olmamalı. Hayatla kurulacak bağı ve anlamı yeniden yakalamak tam da yas sürecine imkân tanıdığımız zorlu ve uzun bir süreçte mümkündür.


“Gördük ki sosyal medya veya basın tarafından travma tekrar tekrar üretiliyor”

Saatlerce deprem görüntüleri izlemek, sosyal medyadaki paylaşımlar ve haberler, var olan acımızı nasıl etkiliyor bu noktada nasıl bir önlem almalıyız?

Sosyal medyanın aydınlık ve karanlık yüzünü aynı anda yine bir kez daha gördük. Bölgeye yardım ulaştırma konusunda ve ayrıca insanların duygularını, düşüncelerini başkalarıyla paylaşmasına çok elverişli bir araç olduğu kesindi. Toplumsal travmalarda anlatmak, paylaşmak, hatırda tutmak çok kıymetlidir. Bunlar olumlu kullanımına dahildi. Ancak bir de gördük ki sosyal medya veya basın yayın kanalları tarafından travma yeniden ve defalarca tekrar üretiliyor. Bu alanlar, kendi duygularını umarsızca başkalarının üzerine kusarak, maruz kalanların ne hissedeceğini düşünmeden, sosyal medyayı günlük tutar gibi kullanarak, ilgi çekmeye, kişisel çıkarları gözetmeye alet edilebiliyor. Bu, fikir özgürlüğü değil, bu, sorumsuzluk, acımasızlık ve linç kültürüne hizmet etmek. Elbette ne söylersek söyleyelim sosyal medyanın kontrolümüz dışında umarsızca kullanılması devam edecek. Ancak bireysel önlemlerimizi süre kısıtlaması koyarak alabiliriz. Bir de şu var ki fazla maruz kalmak konuya olan duyarsızlaşmayı da yanında getirir. Belki bir katarsis ile yayınlayan da maruz kalan da rahatlama hissediyor ancak fazla yüzleştiğinizde rahatsız olan taraftaysanız sadece bilimsel ve güvenilir kaynakları takip edip bilgi amaçlı faydalanmanızı öneririm.

“EĞİTİM VE ÖĞRETİM HİÇBİR ZAMAN İLK VAZGEÇİLEN ALAN OLMAMALIYDI”

Eğitime birçok ilde ara verildi, üniversitelerde online eğitime geçildi. Sosyalleşebildiğimiz bütün kapılar da kapanmak üzere. Sanki evde oturup çoluk çocuk depremi bekleyin hatta dışarıda kalarak depreme yakalanmayalım önlemlerinde deprem olacak korkusu içinde ne yapacağımızı şaşırdık. Eğitimde nasıl bir yol izlenmeli ve psikolojik anlamda hepimize iyi gelecek bir sosyalleşme ortamı oluşturabilmek mümkün mü?

Eğitim ve öğretim hiçbir zaman ilk vazgeçilen alan olmamalıydı. Hatta yangında ilk kurtarılacak mesele olmalıydı. Bir insanın neredeyse en değerli yıllarıdır üniversite dönemi. Orada yaşananlar tüm bir ömre yetecek kadar anılar, hikayeler oluşturur bize. Üstelik üniversitelerin online eğitim ile devam etmesinin öğrencilerin akademik hayatını ne kadar sekteye uğrattığını daha yeni pandemi döneminde deneyimledik. Yurtdışında da bazı üniversitelerde eğitimler böyle demekle olmuyor. Bizim kültürel, ahlaki ve toplumsal sistemimize bunun hiç de uygun olmadığını gördük. Katılım sağlanmayan ya da dinlenilmeyen dersler, kendi sınavını başkalarına yaptırarak geçilen sınıflar duyduk. Olmuyor işte. Bu bir disiplin ve ahlaki reform gerektirecek düzeydeydi ki bunu hemen beklemek safça olurdu. Kültürler arası disiplin sorunu olan bir ülkede belli ki bu yoldan ilerleyemeyiz. Ayrıca sosyalleşmenin yani en etkili sağaltım yönteminin de önü kesilmiş oldu. Akranların bir arada olması hiçbir erişkinin yerini tutamaz. Onların kendine ait bir dili, paylaşım şekli ve kültürü var. Çoğu genç gerçekten öğrenmeye hevesli ve eğitimini en iyi şartlarda almayı hak ediyor. Kampüsler, derslikler ve özellikle yurtlar sahibine yani öğrencilere teslim edilmeli hızlıca. Üstelik yurt dediğimiz yerler, onların yuvası, özel alanı, evi, yaşamı. Bazen bir karar alırken kaç hayatı darmadağın ettiğimizi düşünmüyor olabiliriz.


“Asıl soru şu? biz neden öldük?”

Hepimiz pandeminin yaralarını henüz saramamışken ve hayatla bağımızı güçlendirememişken üstüne depremin gelmesi artçı bir şok olmadı mı? İnsanın psikolojisi bu kadar çok felaketi taşıyabilecek kadar güçlü mü?

Pandemi çok ayrı bir dosya konusuydu, deprem de ayrı dosya olarak kondu yaşamlarımıza. İnsanın acı taşıma psikolojisi kişiye göre değişmekle birlikte daha çok yük kaldırır bu. Başka mesele de önemli olan neyi, neden, nasıl yaşıyoruz? Konu bugün virüs ya da doğa olayı olur yarın başka bir isimle karşımıza çıkar. Pandemi mevzusunun sürü bağışıklığından çok bahsedilmişti ve hepimiz görüyoruz ki artık o dönemlerde bununla başa çıkmakta en çok zorlanan bireyler bile ruhsal bağışıklık kazandı. Bana olmaz dediğimiz her şey bizi en derinimizden vurdu. Ben babamı Covid nedeniyle kaybettim örneğin, şimdi başkaları yakınlarını kaybetti. Evet, çok hüzünlü. Yas tuttuk ve tutacağız. Devam etmeye olan zorunluluk ve sorumluluk ile ayağa kalkıyoruz. Asıl soru şu? Biz neden öldük? Virüse ya da deprem gibi bir doğa olayına ya da ölüm meleğine hesap soracak halimiz yok. Ya da hiçbir felakette ölüm beklemeyecek kadar saf da değiliz. Ancak sağlık sistemiyle, bizi korumak zorunda olan toplumsal ve siyasi mekanizmalarla, hayatımızı emanet ettiğimiz yöneticilerle muhatap olmak zorundayız. Yoksa halledilmemiş mezvular, hesaplaşılmamış tüm ilişkilerde olduğu gibi anlamlandırmadan yola devam eder ve komplike olmuş yasın içine gireriz. Bastırdığımız acılar defteri kabarır. İnsan güçlü mü? Evet, olaylar karşısında güçlü olmayı seçebilir. Sadece neden sonuç ilişkisini iyi kavrarsa, bu mümkündür.

“YAŞAMI DOLU YAŞAYABİLEN İNSANLAR ÖLÜMLÜLÜK İLE BARIŞABİLİYOR”

Bütün bu olanlardan sonra hepimizde oluşan duygular ölüm korkusu, yalnızlık ve çaresizlik… Bu noktada çıkış yolumuzu sizler sayesinde bulabileceğiz. Bahar Hanım bize psikolojik bir yol haritası çıkartmanızı istesem neler söylersiniz? Yaşam çok güzel ve daha yaşanacak güzel günler var hâlâ…

Herkese uyacak bir harita yok çünkü herkesin ruhsal yolculuğu çok farklı yönlerde. Ölüm korkusu, yalnızlık ve çaresizlik gibi varoluşçu temalarımız biz yaşadığımız müddetçe bir yerlerde gizlenir ve büyük yaşam olaylarında gün yüzüne çıkar. Bu nedenle hep şunu söylerim. Kenara ittiğimiz bu gerçekliklerle yüzleşmek sadece vahim olaylar sırasında olmamalı. Hiç çalışmadığınız bir dersin sınavına girdiğimizde şaşkınlaşıp, yetersiz hissetmekten farkı kalmaz yoksa tüm bunlar. İnsan kendini ve insan olmanın hallerini anlamaya adanarak bir ömür sürmeli. Bence de yaşam her şeye rağmen güzel. Sadece devam edebilmenin kendisi bile bir beceri. Çok okumak, doğru kaynaklardan okumak. Modası geçmiş kitap okuma kavramını yeniden canlandırmak. Değerler üzerinde düşünmek ve buna yönelik hedefler ve eylemler gerçekleştirmek. Sürekli öğrenmek, yeni bir bilgi, yabancı bir dil, sanat, spor, müzik lüks değil, hobi hiç değil, yaşamanın araçları bunlar. Kültür sanat faaliyetlerinden yoksun milletlerin kurduğu toplumlar ne kadar medeni olabilir ki. Ruh sağlığı hakkındaki doğru bilgilere ulaşım artık çok mümkün. Bir de niyet etmek. Anlamlı ve değerli bir hayat yaşamaya karar vermek. Bunu nasıl sağlayacağı kişinin kendi yaşam haritasını belirleyecektir zaten. Herkes kendi hikayesini yazacak. Evet ölüm bir son ama bunu düşünerek hayatı kaçıramayız. Yaşamı dolu yaşayabilen insanlar ölümlülük ile barışabiliyor. Yalnızlık kaçınılmaz ama kapsanmak, bağlanmak da var. Çaresizlikler mümkün ama çareler de var. “Bugün nasıl yaşadım?” sorusu ile başlamak iyi bir seçenek olabilir.

“BİZ ŞİMDİ SADECE DUYMAKLA, EŞLİK ETMEKLE VE EL UZATMAKLA YÜKÜMLÜYÜZ.”

Depremden etkilenen insanlara nasıl yardımcı olabiliriz?

Yardımı hangi konuda istiyorsa insanlar oraya bakabiliriz. Deprem olayının birinci ayı içerisinde hâlâ sıcak ve açık yaralara sahipler. H âlâ barınacak ev, yemek, yaşamaya müsait şartlara ihtiyaç duyuyorlar. Henüz psikolojik destek için söyleyeceğimiz her şey o kadar havada asılı kalıyor ve o kadar erken ki. Biz şimdi sadece duymakla, eşlik etmekle ve el uzatmakla yükümlüyüz. “Anlıyorum seni” dediğimizde bile haddimizi aştığımızı düşünüyorum. Yine de görmeye, duymaya, anlamaya, konuşmaya çalıştığımızı bilirlerse yalnız hissetmezler. Belki altı ay ya da bir yıl sonra başka yardımlardan bahsediyor olacağız. O zaman aslında psikolojik dayanıklılığı tükenmiş kişilerle buluşacağız ve daha çok bu alanda yardımlaşacağız.


“Umarım aynı soruya ısrarla aynı yanlış cevabı vermeyiz ve beklenen depremler bir felakete dönüşmez”

Artık depremden önce ve depremden sonra diye hayatımız ikiye ayrıldı gerçi pandemide de böyle demiştik ama sanırım yeterince dersler çıkaramadık. Sizce yeterince dersler çıkartabilir miyiz?

Sınır deneyimler dediğimiz bizi ölümle veya büyük kayıplarla yüzleştiren olaylardan sonra dönüşmek ve daha bilgece yaşayan bir insan olmak gibi büyük varoluşsal değişimler maalesef çok az insan için geçerlidir. İnsan genelde yaşadıklarından “sınırlı” öğrenen bir canlı. Bu yüzden aynı hatayı pek çok kez yapabiliyoruz. Yaşadıklarımızdan bir şeyler öğrensek elbette ne iyi olur. Ama çoğunluk için baktığımızda dönüşümler ve değişimler çok yavaş gerçekleşir ve buna genel kültürel, toplumsal, ahlaki düzlemin de değişimi eşlik etmelidir. Umarım aynı soruya ısrarla aynı yanlış cevabı vermeyiz ve beklenen depremler bir felakete dönüşmez. Pandemi dönemi yaşandı ve bitti gibi yaşıyoruz örneğin. Değerler sistemimizde, yaşam şeklimizde, hırslarımızda, para ile ilişkimizde çok bir şey değişti mi derseniz, sanmam. Ama sanki bir miktar yalnız kalmayı öğrendik. Sosyalleşme ve dış mekânlarda buluşma zorlanışı azaldı. Elbette ekonomik problemlerin de eklenmesi buna katkı sağladı ama yine de kalabalıklara karışmadan da vakit geçirebilmeyi öğrendi bazıları. Evlere sığamayanlara ev artık daha kendileri gibi hissettikleri bir alan gibi geliyor. Sanki bir durgunluk hâkim oldu ve bunu olumsuz bir yerden söylemiyorum. İnsan sınırlı bir varlık olduğunu kavradı belki. Bu da narsistik tarafların törpülenmesine sebep oldu.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Mutlu Hesapçı Arşivi