Memetcan Demiray

Memetcan Demiray

Bu bizim savaşımız değil!

Acun Ilıcalı'nın bile zaman zaman "Survivor Türkiye - Yunanistan" ile ekmeğini yemeye çalıştığı bir "gerilim" bizimkisi... Ve ne zaman iç siyaset çıkmaza girse bu "gerilim" buzdolabından çıkartılıyor, gündem bir anda "savaş" olabiliyor. Oysa yüzlerce yıl beraber yaşamış dost ve komşu iki halk, daha çok yakınlaşmayı ve mutlak barışı hak ediyor. 

Birçoğumuz "Bizans" kavramıyla küçük yaşlarda, Cüneyt Arkın filmlerinde tanıştık. Çocuk aklımızla Battal Gazi'nin kılıcını kaptığı gibi yüzlerce "düşman" askerin arasına dalmasına hem gülüyor hem de tuhaf bir hayranlık duyuyorduk!
Oysa 70'li yılların bu çok tutan serilerinin masum aksiyon sahnelerinden ibaret olmadığını yaş ilerledikçe anlayacaktık. "Mazlum ve mağdur" Türklerin temsilcisi Kara Murat'a büyük eziyetler eden Bizanslılar, fevkalade "kötü" insanlardı esasında... Tekfurları Türk köylerini yakıp yıkmak için pusuda bekliyor; imparatorları saraylarda zevk için insan öldürüyor, elinde şarap kadehi ve vahşi kahkahalarla arzıendam ediyordu. Elbette o "barbarlar"a adalet götürmek de Malkoçoğlu'nun işiydi! "Düşman"ın kalesini tek başına fetheden kahramanımızı filmin sonunda "bonus" olarak İslam'a geçmeye dünden razı, güzeller güzeli sarışın prenses Esen Püsküllü bekliyordu! "Savulun bre kefere tohumları!", akıncılar geliyordu!

"YABANCI DAMAT"LA ÇOK ŞEY DEĞİŞTİ

Biz ki gözümüzle görmediğimiz için radyasyondan, Koronavirüs'ten korkmayan ama Erol Taş'ı oynadığı "kötü adam" rollerinden dolayı sokak ortasında döven bir toplumduk. Tabii ki Bizans'ı ve onun "devamı" niteliğindeki "Yunan"ı ekranda zuhur eden haliyle tanımaya ve bilmeye hazır ve nazırdık.
Derken bir televizyon dizisi çıkacak, önyargılarımızı kökten sarsacaktı. 2004'te yayına giren "Yabancı Damat"ta Nehir Erdoğan'ı Yunan genci Niko'ya (Özgür Çevik) âşık olan Nazlı rolünde izliyorduk. Üstelik alışılagelmişin dışında bu kez "biz" kız veren taraftık ve artık "onlar"ın da ufak tefek kültürel farklara rağmen seven, sevilen, aile kuran "normal" insanlar olduğunu öğreniyorduk.

ACABA BİZİ KESERLER Mİ?

"Yabancı Damat", Türkiye'de ekonominin toparlandığı, insanların artık daha sık seyahat edebildiği yıllara denk geliyordu ama kafamızda hâlâ soru işaretleri vardı. Acaba Yunanistan'a gitsek, İpsala'nın ardında bizi eli kanlı Türk düşmanları, potansiyel psikopatlar mı karşılardı? Bir otelde ya da restoranda sırf Türk'üz diye başımıza bela alır mıydık? Bunun cevabını Meriç'in diğer yakasında alacaktık.
Daha sınırın 30 kilometre ötesinde, Alexandroupoli'deki (Dedeağaç) bir restoranda sımsıcak ağırlanıyor, yemeğin üstüne ısrarla ve ücretsiz getirdikleri envaiçeşit tatlılara çok şaşırıyorduk. Acaba "yağlı müşteri"yiz, "turizm geliri"yiz diye miydi bu izzetüikram? Sonra otomobille ülkenin neredeyse yarısını karış karış gezecek, 1 avroya kahve içtiğimiz köyde bile el üstünde tutulacaktık.

SEVMEK TANIMAKLA BAŞLAR

Gel zaman git zaman arkadaşlar ediniyor, sohbet esnasında İstanbul'a "Konstantinoupoli" deyip bizi kırmamak için kendilerini nasıl tuttuklarına şahit oluyorduk. Yunanistan'a vizeyle girmemize hayret ediyorlar, "Biz komşuyuz, nasıl istediğiniz zaman gelemezsiniz?" diye tepki gösteriyorlardı. Birçoğu yaklaşık 400 yıl süren Osmanlı işgalini "beraber yaşadığımız günler" olarak anıyor, "intikam duygusu" yerine bunun bizi nasıl yakınlaştırdığına odaklanıyorlardı.
Nadiren de olsa "34 plaka" görünce soğuk davrananlarla karşılaşıyorduk. Ama onlar da kısa bir sohbetten sonra omzumuza dokunuyor, "Biz aslen Ordulu'yuz", "Babaannem Bursalı'ydı" diye yarı kırgın, "göç" hikâyelerini paylaşıyorlardı. Ve ortak görüş, "düşmanlık yılları"nın çok gerilerde kaldığıydı. "Aynı toprağın insanı" olarak bizi karşı karşıya getirenler utanmalıydı!

YİNE Mİ SAVAŞ?!..

Almanya'nın Die Welt gazetesinde bu hafta yayınlanan bir haber - analiz, işte tüm bu anıları gözümüzün önünde tekrar canlandırdı. Marion Sendker imzalı haberde Türkiye'nin bir Yunan gemisi batırmak ya da savaş uçağını düşürmek suretiyle gerilimi tırmandırmak istediği iddia ediliyordu. Bu "küçük ölçekli savaş"ın tıpkı Ayasofya gibi iç siyasete malzeme edileceği, böylece korkunç durumdaki ekonominin halka bir süre daha unutturulacağı belirtiliyordu.
İddialar tabii ki Türkiye tarafından yalanlanıyordu ama bazı haberlerin şüyuu vukuundan beterdi. Hele "savaş isteyen ülke" olarak dünyaya lanse edilmemiz son derece tehlikeliydi.

BARIŞIN SESİ: DATÇA BELEDİYESİ!..

Neyse ki aynı hafta, 1 Eylül Dünya Barış Günü vesilesiyle bir video yayınlayan Datça Belediyesi, geleneksel Türk-Yunan yüzme etkinliğiyle komşuya zeytin dalı uzatıyordu. Belediye Başkanı Abdullah Gürsel Uçar'ın "Savaş istemiyoruz!" mesajı kısa sürede karşı kıyıya ulaşacak, Yunan medyasında kendine yer bulacaktı.
Mamafih doğalgazdan, İHA'lardan, SİHA'lardan kim zengin oluyorsa onların savaş isteyebileceği çok açıktı ve NAVTEX, fırkateyn, F-16 ve F-35 gürültüsüne rağmen hepimiz fark ediyorduk onları...
Bu kişiler bir "it dalaşı"nda yok yere ölecek Yanni ya da gemisi isabet alınca "şehit düşecek" Mehmet değillerdi. Bu kişiler, sınırlar açılır açılmaz ilk iş Selanik'te buluşup bira içecek Yorgo ve ben de değildik. Bu kişiler, İstanbul'u ziyaret için gün sayan Maria ve Vasilis hiç değildi. Doğacağı yeri seçemeyen, hasbelkader Lamia ya da Konya'da büyüyen bebeklerin de savaştan bir çıkarı olmadığı kesindi.
Ne mutlu ki Datça Belediyesi, kemençemiz, bağlamamız, buzukimiz olmuş; suskun düşlerimize ses vermişti.
Bu bizim savaşımız değildi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Memetcan Demiray Arşivi