Bu korkunç dünya mümkünse her şey mümkün

Son Güncellenme Tarihi: Nisan 25, 2022 / 13:40

Son romanı, “Başkalarının Tanrısı” Can Yayınları tarafından yayımlanan yazar Mine Söğüt, “Üzerine en çok düşünmemiz gereken iki önemli kavram var: Mülkiyet ve mahremiyet” diyor.

Mine Söğüt, son romanı ‘Başkalarının Tanrısı’nda sokağa kulak veriyor. Sokağın hakiki kirine bulanmış insanların bir bebek etrafında yeniden yaşamla kurdukları ilişkiye odaklanan Söğüt, aynı zamanda neoliberalizmin yarattığı kentsel dönüşüm ve soylulaştırma politikalarının yoksullar üzerindeki etkisini mercek altına alıyor.

Gazete Duvar’dan Anıl Mert Özsoy, Mine Söğüt’le son romanı ‘Başkalarının Tanrısı’ üzerine yaptığı söyleşide, “Başkalarının Tanrısı günümüzde oldukça gündem olan bir meseleye odaklanıyor: ‘Evi terk etmek’ ya da yeni bir ‘ev’ aramak… Sizin için aidiyet ne anlam ifade ediyor” sorusunu yöneltiyor. Söğüt ise bu soruya özetle şu yanıtı veriyor:

HUZUR VE GÜVEN BEKLEMEK İMKANSIZ
“Üzerine en çok düşünmemiz gereken iki önemli kavram var: Mülkiyet ve mahremiyet. Kapitalizmin, kendisini rasyonelleştirmek için vahşice kutsallaştırdığı bu kavramları sorgulamaya başladığınızda ev sizi ‘dışarıdan’ koruyan bir savunma silahına dönüşüyor. Evinize saklanıyorsunuz ve savaştaki yerinizi alıyorsunuz. Hayati bir sığınağa dönüşen evi ayakta tutmak için içeride de bir iktidar modeli geliştiriyorsunuz. Dışarda sizin varlığınızı tehdit eden bir kötücül iktidar ve o iktidarı içinde tekrar modellediğiniz ev arasında sizi sıkıştıran hayatı gerçekten anlamanız, o hayattan bir huzur ve güven beklemeniz imkansız hale geliyor.”

DÜNYA VE YAZAR AYNI ORANDA KİRLENİYOR
“Romanda ‘kirli’ fakat sahici bir atmosferle karşı karşıyayız. Günümüz yazarları ne kadar ‘kirleniyor’ sizce” sorusu üzerine ise Söğüt şunları söylüyor:

“Kirlenmeden yazmanız zaten mümkün değil. Dünya, hayat, insanlık ne kadar kirleniyorsa, yazarlar da fark ederek ya da etmeden o kadar kirleniyorlar. Kentsel dönüşüm ve soylulaştırma politikaları yoksulluğu daha da görünür kıldı. ‘Başkalarının Tanrısı’ da tam olarak bu noktada öne çıkıyor ve kentsel dönüşümün asıl muhataplarına söz hakkı tanıyor. Yıkılan ve yeniden yapılan kentler kimleri dışarı atıyor? Dışarı atılanlar ne istiyor?

İnsanlık tarihine gerçekçi bir yerden bakmaya cesaret ederseniz şunu hemen fark edersiniz: İnsan, hayatı anlamlandırmaya, kendi tasavvuru olan bir cennetten kendisini atarak başlar. Soyutlama yeteneği, insanı hem diğer canlılardan ayıran en büyük özelliğidir, hem de onun en büyük lanetidir. Gelişme meselesinde soyutlama yeteneğinin hızına yetişemeyen bilinci yüzünden paradokslarla bezenmiş bir düzenin içinde en baştan beri hep acı çeker. Buradan bakarsak meseleye, insanı kimse sistemden dışarı atmaz. O kendisi atlar. Tıpkı kendi hayalindeki cennetten kendi kendisini kovduğu gibi… Bu yüzden şehirlerden dışarı atılanlarla o şehirleri yıkanlar ve onları atanlar arasındaki fark öyle sandığımız kadar fazla değildir. Yani dünya iyilerle kötülerin değil iyi olmak nedir hiç umursamayanların bir arada yaşadığı bir yerdir.

İNANÇ DA İKTİDAR DA TANRISAL KAVRAMLAR DEĞİL
“Başkalarının Tanrısı’ kendi içinde birçok meseleyi tartışıyor demiştik. Bunların başında da satır aralarındaki ‘inanç’ ve bunun sonucunda ortaya çıkan ‘iktidar’ yer alıyor” anımsatması üzerine ise Söğüt şu açıklamayı yapıyor:

“İnanç da iktidar da insanlığa tepeden vahiy yoluyla indirilmiş, tanrısal kavramlar değildir. Her iki kavramı da insan kendi becerileriyle inşa ettiği şu hayatın içinde biçimlendirmiş ve kendi başına bela etmiştir. O yüzden kendi becerisi olan bu yapıları aynı şekilde yine kendisi yerle bir edebilir ve birkaç yüzyıl içinde de edecektir. İktidarsız ve inançsız bir dünyada mevcut değerlerin yerinde daha yapıcı değerler inşa eder mi orası meçhul ama değişim kaçınılmaz.”

“Yeni bir dünya mümkün mü” sorusana ise Söğüt, “Bana sorarsanız asıl şu anda yaşadığımız dünya imkansız olmalıydı. Bu korkunç dünya halihazırda mümkün olabildiğine göre… Her şey mümkün” yanıtını veriyor.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top