"Büyümek mi Kalkınmak mı? (Revisited)..."

OECD'nin yayınladığı son raporda bulunan "ikinci dalga senaryosunda" dikkatimi çeken bir durum var. Gelişmiş ve Gelişen Ülkelerin Tek Dalga ve İkinci Dalga Senaryosunda farklı muameleye tabi oldukları gözüküyor. Bu durumdan yarın daha detaylı bahsedeceğim ama, "acaba bu fark kalkınmışlıktan mı kaynaklanıyor ?" diye sormadan edemedim.
Eğer öyleyse, "çok hızlı büyüyen ülke" olmak yerine, "hızlı kalkınan" ülke olmak daha mı iyi ? Bu soruya cevap verecek ya da açıklama getirecek, birçok açıklamaya mutlaka rastlayabilirsiniz. Ben meseleyi 7. baskısı geçen ay raflara konan "İktisattan Çıkış" isimli kitabımda kalkınma teorisinin iki anahtar yaklaşımından yola çıkarak ele aldım.
Kalkınma Teorisinin en önemli yaklaşımlarından biri özel sektörle alakalıdır:
“Beşeri Sermayenin kalitesi artmadıkça, fiziki sermaye artsa da verim düşer…”
Özetle, çalışanların eğitim seviyeleri ve iş becerilerini arttırılmadığı sürece makine yatırımı yapmanın verimi arttırmayacağı ifade ediliyor. Ancak, Türkiye' deki maalesef işletmelerin çoğu sanayi devrimini sürekli geriden takip ediyorlar.
Bugün insan kaynağını “mavi yakalı” talebi üzerinden iyileştirmeye çalışmak, bir önceki yüzyıla ait bir düşünce olarak müzede yerini aldı. Küresel firmalar artık tasarım, markalaşma, sürekli yenilik (inovasyon), satış, pazarlama, tahsilat, lojistik gibi konularda bilgisi olan personeli tercih ediyorlar.
Üretim işinin giderek robotlara doğru kaymasına rağmen, yukarıdaki önermenin bozulmadan kaldığı anlaşılıyor. Üretimden önce ve sonra yapılan işler daha fazla katma değer yaratıyor. Dolayısıyla bu fonksiyonlarda çalışanların sürekli olarak kaliteleri artırılmak zorunda.
Türkiye daha sanayi 4.0‘ı anlamadan, dünya çok bulutlu ve tam otomasyonlu sanayi 5.0‘ a doğru hareket etmeye başladı bile. Türk siyasetinin üzerinden nemalandığı ve iş dünyasının bir türlü kopamadığı “fabrikasyon” faaliyetinin yeni dünya düzeninde fiyat içindeki değeri % 15’in altına inmiş durumda. Fiyatı belirleyen unsurlar, yukarıda da belirttiğim gibi üretimden önce ve sonra gösterilmesi gereken faaliyetler. Bunları düzgün şekilde başaramayanların değer zincirinin en alt katmanlarına tutsak olacağı açık. Hal böyleyken özel sektörün kalkınmada bayraktarlık yapma imkanı giderek azalıyor.
Diğer yaklaşıma geçelim:
“Devlet, mal ve hizmet üretenlerin maliyetini düşürmek için alt yapı yatırım yapar…”
Demek ki kalkınma teorisi ikinci vazifeyi doğrudan devlete, yani kamuya, esasında siyasi iktidara yüklemiş. Çok net olarak ifade ediliyor ki, devletin temel vazifesi mal ve hizmet üretenlerin maliyetini düşürmek için altyapı yatırımı yapmaktan ibaret. Yani insanlara zaman ve vakit kaybettirecek dev binalar ya da mega projeler yaparak kalkınmayı sağlamak çok mümkün gözükmüyor. Bunları daha önceleri tarihte denemiş olanlar var. Bu tip yapılar ve harcamalar İkinci Dünya Savaşı’nda modernizmin en uç noktalarında dolaşan totaliter rejimlerde ortaya çıkan ürün ve tasarımlardır.
Atatürk, Hitler ve Mussolini’nin bu hayallerle vatandaşlarını büyük bir felakete sürükleyeceğini çok önceden görerek herkesi uyarmıştı. Bu uyarıları bugün Amerikan arşivlerinde de bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu olan Mustafa Kemal Atatürk’ün kalkınmanın temellerini eğitim-adalet-özgürlük sac ayakları üzerine koyduğunu görebiliyoruz.
Bugün biz bu sac ayaklarını yeni yapısal reformların üzerinde yükselmesini beklediğimiz temeller olarak adlandırıyoruz. Elbette, bunlar geciktikçe kalkınma da gecikiyor.
Neden kalkınamadığımızı sadece bu iki maddeden bile anlamak mümkün diye düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Emre Alkin Arşivi