Cesur Yeni 1984’e Hoş Geldiniz!

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, Aydınlık mevsimiydi, Karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu, hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana – sözün kısası, şimdikine öylesine yakın bir dönemdi ki, ki mi yaygaracı otoriteler bu dönemin, iyi ya da kötü fark etmez, sadece “daha” sözcüğü kullanılarak diğerleriyle karşılaştırılabileceğini iddia ederdi.”

Charles Dickens, İki Şehrin Hikayesi, Can Yayınları

                Eserleri çağları aşan bir yazar Dickens. Viktorya Dönemi’nin bu büyük yazarı aynı zamanda Sanayi Devrimi’nin insanlık toprağına kök saldığı sancılı yılları en güzel anlatanlardan biri. İskoç mucit James Watt’ın tetiklediği Sanayi Devrimi ateşin ve tarımın keşfi, yazının icadı ya da Coğrafi Keşifler gibi majör gelişmelerle kırılmalar yaşayan insanlığın en önemli virajlarından biriydi. Başta Manchester, Liverpool, Londra gibi İngiliz şehirleri olmak üzere zaman içerisinde tüm büyük Avrupa şehirleri köyünden ayrılmış insan akınlarına sahne oluyor, bu kadar yoğun nüfusa hazır olmayan onca şehirde akıl almaz dramlar, insanlık trajedileri yaşanıyordu. Sermaye sahiplerinin emeği zalimce sömürmesinin yanı sıra dünya tıpkı Dickens’ın bahsettiği gibi bir kelimenin büyüsüne kapılıyordu.

                “Daha.”

                Üretimde daha, tüketimde daha. Hızda daha, emekte daha... 

                Bugün o dönemde atılan “Daha” tohumunun dallarında gezinip bu dev “Daha Ağacı”nın daha da(!) büyümesi için köklerine su taşıyor, üretiyor, tüketiyor, emek veriyoruz.

                Dickens’ın yaşadığı dönemden iki asır sonra insanlık bir başka majör değişimin eşiğinde görünüyor şimdi. Başta askerî kaygılarla üretilen teknolojilerin insanlığın kılcal damarlarına kadar işleyişine tanık oluyoruz. Dünya hiç olmadığı kadar hızlı bir değişim sürecinin içinde. Ve görünen o ki yığınlar bu değişimi algılamakta da anlamlandırmakta da geride kalıyor. Yıllardır çok satanlar listesinden inmeyen iki distopyadan -1984 ve Cesur Yeni Dünya- hangisine daha çok benzeyeceğiz diye tartışadururken sanırım çoktan ikisinin melezi bir “Cesur Yeni 1984 Dünyası”nın insanları olup çıktık. Her iki distopyadan da “Televizyon-Öldüren Eğlence” kitabında bahseden Neil Postman geleceğin daha çok 1984 distopyasına benzeyeceğine dair yaptıkları tahminlerde yanıldıklarını itiraf eder:

                “…Okumuş insanlar arasında bile yaygın olan inancın tersine, Huxley ile Orwell'ın  kehanetleri ayın şeye ilişkin değildi. Orwell'ın uyarısı, dıştan dayatılan bir baskının bize boyun eğdireceği yönündedir. Huxley'in görüşüne göre ise insanları özerklikleri, olgunlukları ve  tarihlerinden yoksun bırakmak için Büyük Birader'e gerek yoktur. Huxley'e göre, insanlar süreç için de üzerlerindeki  baskıdan  hoşlanmaya, düşünme yetilerini dumura uğratan teknolojileri yüceltmeye  başlayacaklardır… Orwell bizi enformasyonsuz bırakacak olanlardan,  

Huxley pasifliğe ve egoizme  sürükleyecek  kadar  enformasyon  yağmuruna tutacak  olanlardan  korkuyordu. Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde  boğulmasından korkuyordu. Orwell tutsak bir kültür haline gelmemizden, Huxley duygu  sömürüsüne dayanan içki alemleri ve tek başına iple asılı bir tenis topuyla oyalanmak gibi  şeylerle ömür tüketen önemsiz bir kültüre dönüşmemizden korkuyordu… Huxley, Orwell'in 1984'ünde insanların acı çekerek  denetlendiğine dikkat  çekerken;  Brave New World'da insanlar hazza boğularak denetlenmektedirler.  Kısacası Orwell bizi nefret ettiğimiz şeylerin mahvetmesinden korkarken, Huxley bizi sevdiğimiz şeylerin mahvedeceğinden korkuyordu.”

Katı olan her şey dijitalleşiyor

                Televizyondan çok daha akıl almaz bir güç sağlayan internet ve türevi teknolojiler hem Huxley’nin Cesur Yeni Dünyası gibi zevke boğulmamızı (Sosyal Medya, Dijital Oyunlar, çevrimiçi platformlar vb) hem de 1984’ün ünlü Büyük Birader’i gibi tiranlığa soyunan şirketlere hayal edemeyecekleri bir data zenginliğini sağlamıştır. Marx ve Engels Komünist Manifesto’da “Katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey ayaklar altına alınıyor ve insanlar nihayet hayattaki konumlarına, karşılıklı ilişkilerine soğukkanlı bir gözle bakmaya zorlanıyorlar.” diyordu. Yıllar sonra bu sözden etkilenen Marshall Bermann ise 1982’de kaleme aldığı “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” kitabında “Göründüğü kadarıyla makinalar bile hayat bulurken, en önemlisinden bazı insanî duygular ölmektedir.” diyerek bugünlere ışık tutuyordu. Geldiğimiz noktada ise katı olan her şeyin yakalanamaz bir hızla dijitalleştiğini görüyoruz. 

                Teknolojiyi seviyoruz. Hem de çok. O kadar güzel ambalajlanıp sunuluyor ki, sevmemek elde mi? Ancak bize sunulan teknolojinin sadece parlak bir jelatin olduğunu ve esas niyetin bu eğlenceli ya da faydalı(!) gördüğümüz işlevselliğin ardında gizlendiğinin ne kadar ayırdına varabiliyoruz? Google’ın gerek Amerikan mahkemelerinde gerekse Avrupa mahkemelerinde hükme bağlanmış gizlilik ihlali cezaları, Facebook’un ve o masum görünüşlü(!) Markcığımızın hemen her sene patlak veren bir veri paylaşım skandalı varken, şimdi bu zat-ı muhteremlerin Metaverse ya da herhangi bir başka isimle bizi VR ya da AR üzerinden bambaşka dünyalara taşıyacağına mı inanacağız? 

                Gözetleme Kapitalizmi kitabında Shoshana Zuboff başta Google olmak üzere teknoloji şirketlerinin hemen her gün, çevrimiçi ya da çevrimdışı olduğumuzda -ama isteyerek ama gönülsüzce/farkında olmadan- nasıl kişisel veri can suyuyla  büyüdüklerini ortaya koyuyor: 

                “Gözetleme Kapitalizmi, insan deneyiminin davranışsal veriye dönüştürülmeye müsait ücretsiz bir hammadde olduğunu tek taraflı olarak iddia eder. Bu verinin bir kısmı ürün ya da hizmet gelişimi için kullanılsa da geri kalanı mülki bir davranışsal artı değer olarak kabul edilip ‘makine öğrenmesi’ denilen süreçleri beslemede kullanılır ve böylece şimdi, yakın bir zamanda veyahut daha sonra ne yapacağınızı kestirmeye çalışan tahmin ürünlerine dönüştürülür.” diyor ve ekliyor “Sonuç olarak gözetleme kapitalistleri, en öngörü vadeden davranışsal verinin gidişata müdahil olmaktan geçtiğini keşfederek davranışları manipüle etme yoluyla kar etmeye başladılar…Otomatikleştirilmiş makine süreçleri davranışlarımızı bilmekle kalmayıp onları büyük ölçüde şekillendirir oldu. Bu bilgiden güce yeniden yönelim ile artık bizimle ilgili bilgi akışını otomatikleştirmek yeterli değil; artık amaç bizi otomatikleştirmek.”

                Kitabında Zuboff kanıtlarıyla Google, Facebook ve benzer şirketlerin kişisel veriye ulaşabilmek adına ne tür Ali Cengiz oyunları çevirdiklerini gözler önüne seriyor. Zuboff’un değindikleri arasında özellikle Google’ın kişisel verilerin ticari kıymetini fark ettikten sonra yaptığı uygulamalar akıl alır gibi değil. 

Cayla Bebek

                Google haritalar ve Google Earth için alınan sokak görünümleri pek çoğumuzu mutlu etmiş; bu uygulamalarda evvela kendi evimizi aramış, sonra farklı ülkelerde cadde cadde, sokak sokak gezivermiştik. Oysa resmi araştırmalar sokak görünümü alınırken Google Street View aracının aynı zamanda hanelerdeki wifi bağlantıları üzerinden pek çok kişisel veriye ulaştığını ve kopyaladığını gösteriyor. Aynı şekilde epeyce tartışma çıkaran Google Glass’ın da iç mekanlara ait verilerin elde edilmesi için üretilen bir ürün olduğuna dikkat çekiliyor kitapta. 

                Yine bir Google üretimi olan Android işletim sisteminin kişisel veri kaçağına ne kadar uygun bir alt yapıya sahip olduğuna, dahili kameralı Samsung Tv’lerin ya da 2017’de Almanya’da yasadışı gözetleme cihazı olarak yasaklanan ve ebeveynlerden ellerindeki bebekleri imha etmeleri istenen Cayla Bebeğin -evet o sadece bir oyuncak bebekti(!) güya- yarattığı şoka ve bu köşeye sığmayacak daha nice örneğe bu hacimli kitabında değiniyor Shoshana Zuboff.      

                İnternetin özgürleştirici vaadi gözetleme kapitalizminin kök saldığı topraklar oldu. Tıpkı Fransız ihtilalindeki gibi başlarda eşitlik, özgürlük vaatleri sunuldu. Belki bir dönem esti de o rüzgar. Ancak her zaman bir Robespierre çıkar. Çıkar ve ortadaki tüm kazanımların üzerine kurulur. Bugünün Robespierre’i de, Big Brother’ı da tekno elitlerdir. 

Uçurumun kenarında

                Bugün artık geriye bakamayacağımız bir noktadayız. Teknolojiyi hayatımızdan çıkarmamız asla mümkün değil.

                Zuboff bu konuda şunları söylüyor: “Eğer dijital gelecek evimiz olacaksa, o halde onu evi haline getirmesi gerekenler biziz.” Ardından da “Bu tür bir uçurumun kenarında daha önce dikilmiştik.” diyerek Thomas Edison’ın Henry Ford’a yazdığı mektuba değiniyor: “Yeni bir uygarlığı eski usullerle yürütmeye çalışarak bir süre tökezlemiştik ama bu dünyayı dönüştürmek için bir yerden başlamak zorundaydık.”

                Metaverse ile takipçilerine bambaşka bir kapıyı aralayacağını vaat eden, geçmişi şaibelerle, veri kaçaklarıyla dolu bir firmanın hayatımıza sadece eğlence getireceğini düşünmek son derece safdillik olur. İnsansı robotların ve yapay zekanın gölgesi üzerine düşmeye başlamışken, gelecekte pek çok yaşamın Bauman’ın ifadeleriyle “Iskarta Hayat”a dönüşme tehdidi ortaya çıkmışken Zuckerberg’in Matrixvari bir dünya hayalleri kurması pek de ihtimal dışı değil. Yeter ki AR veya VR teknolojisiyle makineye bağımlı hale getirdiği insan vücudundan nasıl istifade edeceğini çözmüş olsun. Hali hazırda beyinleri uyuşturulmuş yığınların bedenlerini de uyuşturmak an meselesi olabilir mi? 

                Ne dersiniz?  

                Yazıyı Shoshana Zuboff’un epeyce alıntı yaptığımız kitabından bir sözle bitirelim.

                “Eğer endüstriyel kapitalizm tehlikeli biçimde doğayı alt üst ettiyse, gözetleme kapitalizmi insan doğası üzerinde nasıl bir yıkıma sebep olabilir?”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi