“ÇOCUKLAR EKRANA HAPSOLDU”

Son Güncellenme Tarihi: Mayıs 21, 2022 / 00:27

Çocuk edebiyatının sevilen yazarı aynı zamanda karikatürist Behiç Ak bu hafta kitap sayfamızın konuğu. Kendisi aslında bir mimar.  Ancak biz onu sayısını unuttuğu çocuk kitaplarıyla ve Cumhuriyet Gazetesi’ndeki köşesi Kim Kime Dum Duma’da çizdiği karikatürleriyle tanıyoruz. Tiyatro oyunları da cabası. Kitaplarında anlattığı öykülerin içine girmemizi sağlayan çizimler kendisine ait. Hatta sadece bu resimlere bakarak başlı başına bir hikâye oluşturmak da mümkün. Behiç Ak, “Ortaokulda 6. sınıf öğrencisiyken Yeldeğirmeni’nden Kurbağılıdere’ye yürüyordum. Oradan da sandal kiralayıp Fenerbahçe’ye gidiyordum. Bu normal bir şeydi. Bugün çocuklar evlerinden hatta odalarından dışarı çıkmıyor. Çocuklar ekrana hapsolmuş vaziyette” diyor. Şehir planlamalarının da çocuklara uygun yapılması gerektiğini vurgulayan yazar, çocukların dijital teknolojilerle kurduğu ilişkinin düzenlenmesinin önemli olduğunu belirtiyor. Behiç Ak’la Türkiye’de çocuk edebiyatını, çizimlerin çocukların okuma alışkanlığına etkisini ve öykülerinde yer verdiği güncel sorunları konuştuk.

Çocuk kitabı yazma serüveniniz nasıl başladı?

1980’lerin başından beri çocuk kitapları yazıyorum. Yazdığım kitapların sayısını unuttum. İlk kitaplarımı Türkiye’de bastırmaya çalıştım fakat başarılı olamadım. Uluslararası bir sergiye katılmıştım meğerse o da bir yarışmaymış, bilmiyordum. O yarışmada gönderdiğim kitap ödül aldı. O sergi Japonya’ya gidince Japon yayınevleri kitaplarımla ilgilendiler. Ve ilk yayımlanan kitabım ‘Yüksek Tansiyonlu Çınar Ağacı’ oldu. Kitaplarımı bastılar ve Japonya’da tanınan bir çocuk yazarı oldum. Yıllarca Japon çocuklarla mektuplaştım. Çınar ağacının maketlerini yapıp gönderdiler. Daha sonra bu kitapları Türkiye’de yayınlamayı başarabildim. 80’lerde 90’larda Türkiye’de çocuk kitapları yaygın değildi. Çocuk kitaplarının çocuğun eline ulaşması zor oluyordu. Çocuk edebiyatının eğitime girmesi için öğüt verici, didaktik hikâyeler olması gerekiyordu. Belirli bir zaman sonra bu aşıldı. Çocuk edebiyatını eğitimin bir parçası haline getirdiler. Çocuklarla çok güzel bir ilişki kuruldu. Türkiye’de çocukların gelişimi açısından bu önemli. İllüstratörlerin gelişmesi ve çocukların gelişimi anlamında önemli bir gelişme. Bugünün çocukları erişkinlerden daha fazla okuyor ve muhakeme yetenekleri var. Üstelik seçiciler de. Kitap ve yazar seçiyorlar. Yazarların iyi buldukları ve beğenmedikleri kitapları oluyor.

“KİTAPLARIM 50 YIL SONRA OKUNDUNĞUNDA

BUGÜNE AİT İZLER OLSUN İSTİYORUM”

Kitaplarınızda sıra dışı karakterler var. ‘Havada Asılı Kalan Top’ kitabınızda kelimeleri tersten okuyan bir karakter var. ‘Yaşasın Ç Harfi Kardeşliği’ kitabınızda da bilgisayar canavarı Ali karşımıza çıkıyor. ‘Galata’nın Tembel Martı’sında’ martılar da kitabın ana karakteri ama bir de kuşlarla konuşan bir kız çocuğu var. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Nelerden beslenir Behiç Ak?

Bugünün hikâyelerini yazmaya çalışıyorum. O yüzden çevresel etkilerden etkileniyorum. Okuduklarımdan çok gözlemlerimden yola çıkıyorum. Gerçek hayat benim için önemli. Yazdığım metinler hep ucu açık metinler. Gerçek hayatın etkilerine çok açık. Bu hikâyeler elli yıl sonra tekrar okunursa bugünle ilgili işaretleri bulmasını istiyorum okuyucunun. Karakterler o nedenle gerçek hayattan alınma. Hikâye içinde tabi değişime uğruyor, hikâyenin kendi gerçekliği içinde başka gerçeklik kazanıyor. Vardığım sonuç şu: İnsanın hayallerinden daha sofistike gerçek olanlar ama biz onu gözlemlemeyi bilmiyoruz. Birçok insan bana ne kadar gelişkin bir hayal gücüm olduğunu söylüyor oysaki hayal güçleri her zaman sınırlıdır. Çevremize baktığımızda, insanları derinlemesine incelediğimizde o insanların müthiş sofistike varlıklar olduğunu, hayal gücünün ötesinde olaylarla yaşadıklarını görebiliriz. Bu hikâyeleri okuyan çocuğa veya bir yetişkine de bu bakış açısını kazandırabiliriz. İlk yazdığım kitaplar 3-6 yaş grubu çocuk ve yetişkin arasında köprü kuran kitaplardı. Çocuğun okuma yazma bilmediği bir dönem ve çocuk resimleri okuyor, yetişkin de hikâyeyi.  Birlikte bir yerde buluşuyorlar. Bu önemli bir buluşma. Çocuk ve büyük arasındaki entellektüel ilişki bu tür resimli kitaplarla kuruluyor.

“GALATA’NIN TEMBEL MARTISI BİR ŞEHİR MASALI”

‘Galata’nın Tembel Martısı’ kitabınızda tam da böyle bir konu var. Galata Kulesi restorasyon sürecinde. Kule bir örtüyle çevrilmiş. Ebabil kuşlarının yavruları kulede. Anne kuşlar yavrularına yemek ulaştıramıyor. Galata Kulesi’nin restorasyon sürecinde bunu yaşadık.

Benim atölyem Galata Kulesi’nin karşısında. O olayı bizzat yaşadım. Ebabil kuşları yavrularını besleyemedi. Belediyeye bunu anlatmaya çalıştık. O sırada yavrular tek tek ölmeye başladı. Durumu anlamaları için ölen yavruları belediyeye götürdük. Sonunda yetkililer kulenin etrafındaki perdeyi kaldırdı. Diğer yavrular böylece kurtulmuş oldu. Hayal dünyasında yazılmış gibi ama gerçek hayattan. Galata’nın tembel martısı da gerçek. Çiçekçinin beslediği, uçmayı unutan bir martıydı o. Tüm bu hikâyeler o kitapta buluştu. Bir şehir masalı ortaya çıkmış oldu.

“MESELE FAZLA TÜKETİM DEĞİL, FAZLA ÜRETİM!”

‘Yaşasın Ç Harfi Kardeşliği’ kitabınızda da Ali bilgisayarı iyi kullanan, sosyal medyada tanınan bir çocuk. Anne ve babası bu durumdan bihaber. Meraklı bir çocuk. “Okulda bize sadece sorulara cevap vermeyi öğretiyorlar. Oysa ben soru da sormak istiyorum” diyor. Kitapta öne çıkan bir diğer kişi amcası.  Ona ‘ömür törpüleme mühendisi’ diyorsunuz. Adını bile tüketen bir adam. Kapı zilinde ‘Fena halde canı sıkılan adam’ yazıyor. Bir giydiğini yeniden giymiyor, çöpe atıyor. İşi tüketmek ve insanlara da tüketecekleri tasarımlar yapmak. Sürekli tüketime vurgu yapmanız önemli.

Aşırı tüketim toplumunda yaşadığımız söylenir ama gerçeği aşırı üretimdir. Örneğin bir lamba 100 yıl gidebilecekken üretilmiş bir ampulün yaşam ömrü birkaç aya indirilebiliyor. Onu nasıl eskitebilir ve yenisini aldırabiliriz diye düşünülüyor. Sorun tüketicide gibi sunuluyor. Sorumluluk bize atılıyor. Bugünün yaşanan sorunlarını, paradigmalarını kendi hikâyelerime yansıtmak istiyorum. Bir tür şifre kırıcı gibi düşünebiliriz. Gizlenen, üstü örtülen bakış açılarını ortaya çıkaran hikâyeler.

“DÜNYAYI DA KULLANIP ATACAĞIZ”

Amcası Ali’ye “Giysileri yeni almış gibi göstermenin tek bir yolu vardır. O da kullan at…Kullan at” diyor.  Yeni gömlekler üretilsin ki gömlek fabrikaları kapanmasın diye ekliyor. İçinde bulunduğumuz garabetin bir çocuk kitabında nasıl yer aldığını okuyoruz. Tüketim ve üretim ilişkileri anlamında da buna vurgu yapmanız kıymetli.

Bir ‘kullan at’ döneminden geçiyoruz. Dünyayı da bir tüketim nesnesi gibi kullanıp bir kenara atın. İnsan ilişkileri de ona dönüşüyor. Toplumun her hücresine sinmiş vaziyette. Tüm bu durumu ortaya çıkaran bir hikâye. Çok katmanlı sadece bununla da sınırlı değil.

“BUGÜN ÇOCUKLAR ODALARINDAN DIŞARI ÇIKMIYOR”

Çocuklar dijital teknolojilerle çok fazla haşır neşirler. Onların dünyasına da yakın olmak gerekiyor. Dağarcıklarında yeni sözcükler var. Bazen anne babalar da onları takip etmekte zorlanabiliyor. Siz bu hıza yetişebiliyor musunuz?

Yetişmeye çalışıyorum. Anne baba olmak bugün çok zor. Çocuk olmak da zor. Büyük şehirlerdeki çocukların hızlı yaşadıklarını düşünüyoruz ama gerçek hayatla kurdukları ilişki yavaş. İnternette hızlılar ama neredeyse evden hatta bir odadan dışarı çıkamıyorlar. Ortaokul öğrencisiyken ki çocukluk sayılır altıncı sınıftaydım. Yeldeğirmeni’nden Kurbağılıdere’ye yürüyerek gidiyordum. Oradan da sandal kiralayıp Fenerbahçe’ye gidiyordum. Bu normal bir şeydi. Bugün çocuklar evlerinden hatta odalarından dışarı çıkmıyor. Çocuklar ekrana hapsolmuş vaziyette. Yanıltıcı bir hız. Çocuklar pasifleştirilmiş bir durumda. Şehirleri yeniden düşünmememiz gerekiyor. Bilgisayar, cep telefonu gibi araçlarla kurdukları ilişkiyi düşünmemiz ve daha eleştirel bir biçimde bakmamız lazım.

“SOKAKLAR ÇOCUKLARIN OYUN SAHASINA DÖNÜŞTÜRÜLMELİ”

Şehrin çocuklar için yeniden organize edilmesi gerektiğini düşüyorum. Hikâyelerimde çocuklar sokaklarda oynuyor, ağaçların tepesindeler. Semtin belirli yerlerine araba girişi olmaması gerekiyor. Sokak ve çocuk ilişkisi düşünülmüyor. Mesele çocuk parkı yapmak değil! Çocukların kullanabileceği saatlerde sokakların araçlardan arındırılması gerekiyor. Sokaklar çocukların oyun sahasına dönüştürülmeli.  

Şehir planlaması bu anlamda önemli. Haklısınız. Güvenlik de başlı başına bir sorun. Maalesef çocuklar sokaklarda özgürce oynayamıyor.

“ÇINAR AĞACI KİTABIMLA JAPONLAR KÜLTÜREL BAĞ KURMUŞ”

Japonya’da kitaplarınızın sevilmesinin nedeni çizimleriniz miydi? Kültürel farklılıklar olmadı mı?

Her ülke arasında kültürel farklılıklar var. Herkes kendi ülkesindeki çocuklara kendi yazarlarını okutmak istiyor. Almanlar da öyle Fransızlar da öyle. Kendi ülkesini tanıması için bunu istiyor. Bir yandan da çocukların dünyada neler olduğunu öğrenmesini istiyor. Japonya bu konuda tutucu. Çocukların daha çok Japon yazarları okumasını istemişler. 1980’lerden sonra dışa açılmak, dünyada ne tür hikâyeler var diye başka ülkelerin çocuk kitaplarını basmak istemişler. Benim kitaplarım öyle bir döneme denk geldi. Kültürel farklılıklar büyük bir zenginlikti. Fakat çevirmenin ismini, yazar kadar öne çıkarıyorlardı ki Japon aile kitabı görünce bu kitaba bir Japon’un da katkısı olmuş deyip alsınlar diye. Japon budizminde hayat ağacı kavramı varmış. Bizim çınar ağacıyla bağlantı kurulmuş yani kültürel bir öğeye dokunmuş. Japon çocuklar çınar ağacının maketini, resmini yapıp göndermişti.

Kitaplarınızın çizimlerini siz yapıyorsunuz. Çizimler çocuk edebiyatında neden önemli?

Özellikle ilk resimli kitaplarda okuma yazma bilmeyen çocuklar için daha önemli. Orada çocuklar resimleri okuyarak hikâyeyi anlamaya çalışıyor. Bizim eğitim sistemimizde bu yavaş yavaş gelişiyor. Bir çocuk resme bakarak o resimden anlam üretmeye çalışıyor. Türkiye’de yetişkinlerde de bu çok fazla yok. Bir fotoğrafa ne kadar süre bakıyoruz? Belki üç saniye veya beş saniye. Bir aile fotoğrafına örneğin beş dakika bakarsak daha önce görmediğimiz şeyler görürüz. Elia Kazan bir röportajında şunu söyler: Aile fotoğraflarıma bakıyordum. Çok uzun süre baktığımda şunu fark ettim ki hepimiz birbirimize dokunuyoruz. Uzun süre bir görsele bakmak çok zenginleştirici bir şeydir. Resimlerin okunaklı olması kavramsal düşünce açısından önemli. Çocuk hikâyeyi değiştirerek kendinin kılar. Çocuğa oyuncak araba verirsiniz, çocuk arabayı kırar, tekerleksiz bir şekilde oynamaya başlar. Doğal olan onu kırmasıdır. Çocuk arabaya müdahale ederek kendinin kılmıştır aslında. Hikâyeye eklemeler yapar, yorumlar yaparak hikâyeyi değiştirmek ister.

Gençlik edebiyatında durum nedir? Yetişkinliğe doğru giderken okuma oranları azalıyor mu?

İnsanın konsantrasyonun en düşük olduğu dönem. O kuşağın okumasını sağlamak dünyanın en zor şeyi. Direnen yayınevleri var. Günışığı onlardan biri. Beni bir keresinde bir okula davet ettiler. Liseli gençlerdi ve hiçbirisi yerinde duramıyordu. Çok şaşırmıştım. Onları anlamak lazım. O döneme ait hikâyeler oluşturmak kolay değil. İnsanların en çok yardıma ihtiyacı olan bir dönem. Edebiyat bu yardımcılığı yapması açısından önemli bir araç. Gençlik edebiyatı Türkiye’de yaygınlaşacaktır.

Tiyatroda da benzer bir durum söz konusu. 3-9 yaş arası çocuk tiyatroları var. Ancak 11 yaşından sonra gençlik oyunlarının olmadığını görüyoruz.

BEHİÇ AK NELER OKUYOR?

Aslında çok obur bir okurum. Farklı ilgi alanlarım var. Bunlardan biri mimarlık. Mimarlıkla ilgili geziler yapıyorum. Sevdiğim mimarların eserlerini görmek için o ülkelere gidiyorum, bu bir tutku. Oscar Niemeyer’in yaptığı binalar için Brezilya’ya gidiyorum, onun yaptığı binaları bulup incelemeye çalışıyorum. Onunla ilgili bir şeyler okuyorum ya da Frank Lloyd Wright için Chicago’ya gidip onun yaptığı binaları görüyorum. En çok okuduğum kitapların çocuk kitapları olduğu söylenemez. Roman okuyorum, sadece sevdiğim şeyleri okuyorum. Sevmediğim bir tarzsa onu kesinlikle okumuyorum. Sevdiğim yazarları bulmaya çalışıyorum. Her alanda yazılmış denemeler ilgimi çekiyor. Edebiyat veya bilimsel konulardaki denemeler olabilir. Tiyatro metinleri hoşuma gidiyor. Tiyatro metni okumak düz bir okuma değil! Geri dönüşlerle yapılması gereken bir okuma. Popüler bilimi çok seviyorum. Bilim insanları tarafından popülerleştirilmiş kitapları okumayı seviyorum. Tarih okuyorum. Şehir tarihi, şehir monografileri okuma alanımı zenginleştiriyor. Okudukça ne kadar az şey bildiğimi fark ediyorum. Sanat ve sanat tarihi okuyorum. Sinema özel ilgi alanım. Bu konuda biyografiler okuyorum.  Biyografi sevdiğim bir alan. Önemli bulduğum insanlar tarihte, bilimde, sanatta neler yaşamış, kendilerini nasıl tarif etmişler. Otobiyografileri varsa onları bulup okumaya çalışıyorum. Okuma zevkim çeşitli. Günümün çoğu okumayla geçiyor. Bazen okumaktan, yazmaya az vakit bulduğum söylenebilir.

*** *** *** ***

“DOĞA İNSANIN HASMI DEĞİL AKRABASIDIR”

Bir Kırık Segâh’ kitabıyla 2019 Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan Kâmil Erdem, son yayımlanan öykü kitabı ‘Yok Yolcu’ ile  Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer görüldü. Doğan Hızlan’ın başkanlığını yürüttüğü, Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Prof. Dr. Jale Parla, Murat Gülsoy, Beşir Özmen ve Metin Celal’den oluşan seçici kurul, “Hayatı, toplumu, bireyler arası ilişkileri incelikli gözlemleriyle, dile hâkim, şiirsel ve özenli bir anlatımla, ustaca yansıtması” sebebiyle Erdem’in Yok Yolcu öykü kitabını  ödüle layık gördü. Kâmil Erdem ilhamını doğadan, yaşamdan alıyor. “İnsanın doğaya sırtını dönüşünün öyküsü çok eskidir ama, kapitalizmin yükselişi ile doğaya sırtını dönmenin ötesine geçti, yıkıma girişti doğayı.” diyor. Erdem, doğanın insanın hasmı değil akrabası olduğunu vurguluyor. Ödülün ardından görüştüğümüz Kâmil Erdem sorularımızı yanıtladı.

Bir Kırık Segâhkitabınızla Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanmıştınız. Yok Yolcukitabınızla da Sait Faik Hikâye Armağanı’nı aldınız. Ödüller yazarlara sorumluluk da yükleyebilir. Siz neler hissediyorsunuz? Ödülü bekliyor muydunuz? Sürpriz mi oldu?

Gerçekten de ister istemez bir yük biniyor insanın sırtına. Hoş bu aman başka ödüller de alayım yükü değil. Anlatmak istediğimi nasıl daha iyi anlatırım ve yazdıklarımla, sevgili aykırı okuru yanıma alarak birtakım kişisel ve toplumsal sorunlarla nasıl daha iyi baş ederim yükü. Ama sonra diyorum ki kendi kendime, çayırlarda, öyle bir başına gezip tozmayı sürdür.

‘Yok Yolcu’ kitabınızda on bir öykü yer alıyor. Yaşamın içinden farklı insanların düşünce dünyalarına, yaşamlarına, yaşanmışlıklarına dalıyoruz. Bu kitap geçmişe bir ağıt mı yoksa yaşananları hatırlama, onların bıraktıkları izlerle yaşama devam etme çabası mı?

Evet, kimi farklı insanların geçmişleri de anlatılıyor ama, bunlara “ağıt” demek  yanlış olur. İster istemez tarihe katılıyoruz.  Öykünün ve tarihin arkalarında bir yerde belirsiz ışık kalıntıları vardır ve olmadık zamanda parlar bunlar zihinde. O öyküleri böyle düşünmek istiyorum.

Sislerin Ardında öykünüzde bir ifade dikkatimi çekti. Semiz keçilikten, sessiz Kuzuluğa geçen ben”. Öykülerinizde sessizce bir direniş de var. Öğretmenlerin sendikalı olması, darbeler, tutuklanan yazarlar ya da insanın en alçakca buluşu” olarak tanımladığınız ters kelepçe. Her şeye rağmen umudun var olduğunu söyleyebilir miyiz?

Semiz keçi Düzgün Baba efsanesinde geçiyor. Sessiz Kuzu ise bilirsiniz, kurban edilmeye götürülürken bile itaatkâr olmayı anlatan bir Ortadoks miti. Kahraman sislerin arasında olduğu için ne anımsadığı, ne yaşadığı pek sorgulanamaz.

Direnişe gelince, hayat da öyle değil mi? Kendine kapanınca, yamuk yumuk bir şey oluyor. Ancak savaşımla kendine bir ön açabilir, bir yarın tasarlayabilir.

Arkanızda kurak bir tarla varsa, öykü filan yazmanız da gerekmez.

Yani umut olmalı.

Özellikle Çıkmaz Sokak öykünüzü çok sevdim. Sokaklar, kuşlar, doğa konuşuyor kitabınızda. Çıkmaz Sokak öykünüzde de bir sokağın tanıklıklarına şahit oluyoruz. O sokakta göğsüne Türkiye Öğretmenler Sendikası yazdıran Nejat da var. Onun diktiği söğüt ağacı da. Gerçeküstü bir anlatım var öykülerinizde. Öyle değil mi?

Kimi öykülerde biraz yalınlığa sapmak istedim. Yalınlığa saparken de imgelerden medet umuluyor genellikle. Karanlık vandal dönemlere sadece insanlar değil, insana ilişkin her şey tanık oluyor. Sokak, ağaç kurdu, yol, dere, ev. Öte yandan onlar, yani o nesnelere atfettiğimiz sığınmacılık, bizi kurtarıyor ve koruyor. Masalları anımsayın, iyiler, kötüler, devler, karakuyular, herkes konuşur ve eytişimsel bir dil töreni izleriz. Eytişimsel masal dili gerçeküstücü ögeler içerir ama, gerçeküstücülük, sadece dilde kalıyor benim yazdığım öykülerde galiba. Yoksa çoğu yerde ‘somut durumun somut tahlili’ne dönüyorum.

Bazen ciddi serçelerle, donuk bir mermer masayla, çorba tenceresinden yükselen kucaklayıcı buharla buluşuyoruz. Bazen de şehre bir güneş yerleştirilmiş oluyor. Bunların her biri okura farklı mesajlar veriyor. Anlatımı başka bir boyuta taşıyor. Siz öykülerinizi yazarken nelerden besleniyorsunuz?

Bu saydığınız şeylerin hepsinden. Benden önce yazılmış ve bana ulaşan tüm metinlerden. Ahd-ı Atik’den dün geceki tvite kadar.

Metinlerinizde şiirsel bir ifade de var. Datçanın bir köyünde yaşadığınızı öğrendim. Doğayla iç içe olmak yazım sürecinizi nasıl etkiliyor?

Evet, kaya, dağ, diken, kuru dere, yağmayan yağmur, 40 derece sıcak.

Kederli bir doğa. İlham verici.

Şaka, şaka. İnsanın doğaya sırtını dönüşünün öyküsü çok eskidir ama, kapitalizmin yükselişi ile doğaya sırtını dönmenin ötesine geçti, yıkıma girişti doğayı. Daha az dışarı çıkıyor artık. Güneşin şenliğine, gecenin, yıldızların gizemine daha uzak. Bu yüzden kendisiyle ve öteki her şeyle daha çok kavga ediyor. Oysa doğa insanın hasmı değil akrabasıdır, başı sıkışınca başvurabileceği, kendini sorgulayabileceği bir yakınıdır. Kısaca söylemek gerekirse, hâlâ öğreniyorum, kapısını çalıyorum, iki kelam ediyoruz.

HAFTANIN KİTAPLARI

SAHNEYE ADANMIŞ BİR ÖMÜR: METİN AKPINAR

Mundi Kitap

Aksaray’da kalabalık bir konakta doğan Metin Akpınar, daha lisedeyken öğretmenine, “Sen en iyisi tiyatrocu ol oğlum,” dedirtecek kadar mayasını belli eden bir genç… Türkiye’de kabare kültürünü başlatan, Yeşilçam’da birbirinden unutulmaz karakterlere hayat veren bir oyuncu… Gazeteci Zeynep Miraç, Metin Akpınar’ın tiyatro tutkusunu, Zeki Alasya’yla olan dostluklarını, eşi Göksel Akpınar’a olan aşkını, Anadolu’daki turnelerini, Ulvi Uraz’dan Haldun Taner’e “hoca”larını bir bir anlattırıyor. Okuduğumuz bir Türkiye tarihi. 

DEVRİMİN VE KARŞI DEVRİMİN YÜZ YILI – 1

Savaş, Devrim ve Tepkiler 1919-1971

Emre Kongar ve Zülâl Kalkandelen

Remzi Kitabevi

Prof. Emre Kongar ve Zülâl Kalkandelen 19 Mayıs 1919 ile 31 Aralık 2019 arasındaki “Türkiye Cumhuriyeti Devrimi”nin yüz yıllık tarihini Türkçe ve İngilizce kaynaklardan ve gazete arşivlerinden satır satır inceledi. Üç ciltlik dizinin birinci cildi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet Devrimi”ni gerçekleştirmek için çıktığı “Bağımsızlık Savaşı Yolculuğu”nun tarihi olan 19 Mayıs 1919 ile başlatıldı. “Savaş” ve “Devrim” atılımları, “Tepkilerle” birlikte, “Askeri Karşı Devrim Darbelerinin” başlangıç tarihi olan 12 Mart 1971’e kadar ele alındı.

TAŞ VE GÖLGE

Burhan Sönmez

İletişim Yayınları

Orhan Kemal’in ailesi ve Everest Yayınları’nın birlikte düzenlediği Orhan Kemal Roman Armağanı’nın bu yılki sahibi PEN International Başkanı yazar Burhan Sönmez oldu. Sönmez, ‘Taş ve Gölge’ adlı romanıyla ödüle layık görüldü. Kurul farklı coğrafyaları birleştirdiği, göçü, hafızanın farklı çelişkilerini, yaşam mücadelesini çok yönlü ve güçlü bir kurguyla, canlı karakterler ve etkili metaforlar yaratarak ele aldığı ve Türkiye’nin toplumsal arka planıyla birlikte anlattığı için Sönmez’e ödülü verdiklerini açıkladı. Burhan Sönmez’i tebrik ediyoruz ve okuma listemize ‘Taş ve Gölge’ kitabını ekliyoruz.

ÇOK SATANLAR

1. Tiamat, İhsan Oktay Anar

2. Kıyamet Emeklisi, Şule Gürbüz

3. Anka Kuşu, Yılmaz Özdil

4. Zamansız, Latife Tekin

5. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı

ÇOCUK KİTAPLARI

HARİKA BİR BAŞLANGIÇ

Annette Pehnt

Kırmızı Kedi Çocuk

Philip’in tek isteği yaz tatilini yıllar önce gittikleri Palmiye Kulüp’te geçirmektir.
Çünkü beş yıldızlı o tatil köyünde yemekler sınırsız, eğlence de sonsuzdur. Dileği kabul olsa da işler bu kez umduğu gibi gitmez. Dünyayı algılamaya başlayan Philip’in kafasında onlarca soru vardır.

O tatil yaparken, onunla aynı yaştaki otel görevlileri neden çalışmak zorundadır?
Annette Pehnt kitlesel göçlerin yaşandığı ve çocuk işçilerin arttığı bir dönemde okurlarına dayanışmayı savunan bir roman sunuyor. ‘Harika Bir Başlangıç’ Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıktı.

BENİM SÜPER BEDENİM

Ninka Reittu

Yapı Kredi Yayınları

‘Benim Süper Bedenim’ bedenimizi tanıtırken herkesin farklı fiziksel özellikleri olduğunu vurguluyor. Üstelik farklılıklarımızın önemli olduğunu, hayatta istediğimiz her şeyi yapabilmek için ihtiyaç duyduğumuz gerçek gücün içimizde olduğunu anlatıyor. Gerçek Süper Güç kitabının yazarı Ninka Reittu’un kaleme aldığı ‘Benim Süper Bedenim’ Yapı Kredi Yayınları etiketiyle raflarda.

7 TEPE 7 EFSANE

Sevil Köybaşı

Hep Kitap

Resimleyen: Melike Tan

Ali’nin en sevdiği ritüeli, annesiyle çıktığı haftalık Beşiktaş-Kadıköy vapur seferleridir. Ali her seferinde İstanbul’a hayran kalır kalmasına ancak özellikle birinde, tanıştığı martıyla şehrin efsanelerine pike yapar gibi dalar.

Yüzyıllar boyunca sayısız kültüre ev sahipliği yapan büyüleyici bir şehirdir İstanbul. Bu şehrin hikâyesini, efsanelerini çocuklar için Sevil Köybaşı kaleme aldı.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top