Çocuklar genellenemez öğretmenim!

Sırtını Canik Dağlarına yaslamış, yeşilin bin bir tonunu görebileceğiniz güzel Erbaa’nın küçük bir köy okulunda başladım öğretmenliğe. Şimdi hemen hepsi evli barklı, çoluk çocuğa karışmış, istikbale ışıl ışıl bakan öğrencilerim oldu. Her biri ayrı bir değer. Genç yaşın verdiği coşku ve idealistlikle tüm meslektaşlarım gibi benim de “Daha fazla ne yapabilirim?” sorusu hiç bırakmadı peşimi.

Telefonların daha akıllanmadığı, çocukların da şimdiki gibi iktidarı ele geçirmediği(!) yıllardı. Pek çok yerde olduğu gibi görev yaptığım köyde de çocuklar çoğunlukla “insanın küçüğü” olarak değerlendiriliyor, okul dışında da pek çok sorumlulukla karşı karşıya bırakılıyordu. Kısa sürede çok iyi anlaştık onlarla. Rehber öğretmeni olarak görevlendirildiğim öğrencilerimle öğle arasında teke tek sohbetler ettim, rehber öğretmeni olmayan bu küçük okulun daracık müdür muavini odasında. Onlar konuştu, ben dinledim. Ben dinledikçe onlar anlattı. Ve o zaman anladım ki bu çocukların dinlenmeye, dinlendiğini bilmeye hülasa değerli olduğunu hissetmeye ihtiyacı var.

· · ·

Ama çok zaman geçmese de öğretmenlikteki ilk mesleki deformasyon baş gösterdi bende de. Her öğrencinin ayrı bir dünya, ayrı bir hikâye olduğunu unutuveriyor işte sınıf atmosferine girince insan. Kimi zaman müfredatın tiranlığına boyun eğiyor, ona biat etmek, arzulanan işi istenen sürede tamamlamak için koşturu koşturuveriyor, kimi zaman da özel hayatının tık nefes koşturmasına yeniliyor. Gülten Akın’ın “Ah, kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya” serzenişindeki gibi üzerinde düşünmeye fırsat olmadan tüm öğrencilerinin sabah aynı evin kapısından çıktığı akşam aynı eve geri döneceği zannı oluşuyor. Oysa tek bir olayla hatırlıyorsunuz karşınızdaki o umut dolu gözlerin içinde bambaşka dünyalar gizli olduğunu. Hep gülücükle, neşeyle, kahkahayla dolu olmayan, bazen de acıyla, gözyaşıyla, zorluklarla yoğrulmuş hayatlar. İşte böyle bir hikâye ile tanışınca fark ettim mesleğimdeki bu kronik deformasyonu.

· · ·

Bir başka köy okulunda haftada sadece iki saat dersine girdiğim bir sınıftayım. Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan memleketi anlatıyorum. Nasıl heyecanlıyım, nasıl tutkulu… Serde idealistlik de var. Birkaç hafta geçmiş ama arka sıradan bir iki öğrenciyi yeterince derse dahil edemiyorum. Uğraşıyorum, farklı metotlar deniyorum, beklediğim katılım bir türlü yok. “Nerede hata yapıyorum?” sorusu dönüp duruyor zihnimde.

Arka sıralarda bir Hasan’ım var. Yanakları al al. Gözleri gece karası. Konuşmuyor, susuyor, dinlemiyor, dalıyor uzaklara. Öğretmem gerekenleri öğretmenin telaşı içinde geçiyor günler… Ve bir öğle arası bu küçük köyde peynir ekmek almak için bakkala doğru yürüyorum. Bir bakıyorum yanımda yürüyor Hasan. Elimi omzuna atıp konuşa konuşa çıkıyoruz köyün tatlı yokuşunu.

“Ee Hasan!” diyorum “Baban, annen nasıllar, iyiler mi?”

“Babam iyi de annemi bilmiyorum öğretmenim.” diyor mahcup.

“Neden Hasan?” diyorum baltayı taşa vurmuş olmanın şaşkınlığı ve utancıyla.

Ve Hasan anlatmaya başlıyor. Seneler evvel annesinin geçirdiği kötü bir hastalık nedeniyle kör olduğunu, babasının artık onu evde istemediği için mecburen baba evine geri döndüğünü söylüyor.

“Uzak mı peki dedenlerin evi, annenle görüşebiliyor musunuz?” diyorum. Annesinin başka bir şehirde olduğunu, ancak bayramlarda babasının telefonla görüşmesine izin verdiğini anlatıyor. Evde kimle kaldığını soruyorum. Babasının dışında üvey annesi ve üvey kardeşleriyle kaldığını söylüyor. Bakışlarını göremiyorum, hep yere bakıyor. Ancak sesinin titremesinden gözlerinin dolduğunu, mutlu olmadığını hissedebiliyorum. Hasan olup o evde siniveriyorum bir köşeye.

· · ·

Şartlar bizi zorladığında ya da biz şartları zorlarken yahut da sırf işimize öyle geldiği için “genellemeler” yaparız. Birkaç kez işimize yaradıysa hep yarayacak sanırız. Ama insanla hemhal olan, insanla ilgilenen mesleklerde genellemeler çoğu zaman hatalı sonuçlar doğurabiliyor. Öğretmenlik de onlardan biri. Çocukların -insanın küçüğü değil (!)- farklı evlerden, farklı dünyalardan sıyrılıp geldiği, farklı öykülerin toplandığı bir sınıfta genellemeye gitmek feci sonuçlar doğuruyor.

Ders kitapları öğrencileri birbirinin aynı olarak görebilir, sistem onları birer numara olarak değerlendirebilir ama onlar cansızdır öğretmenim. Ders kitaplarının ve sistemlerin ruhu yoktur. Muhatabının da ruhu olup olmadığına bakmaz. Ama sen sık sık bunu hatırla olur mu öğretmenim? Biliyorum ki imkansızlıklarla mücadele ediyor birçoğumuz. Elinden geleni yapma gayretinde olanları şükranla selamlıyorum. Ama şartlar bizi zorladığında ya da biz şartları zorlarken yahut da sırf işimize öyle geldiği için biz genellemeler yapamayız, yapmayız değil mi öğretmenim?

Öğretmenler Günün kutlu olsun öğretmenim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi