Çocukluktur ancak insanın anavatanı…

Yıllarca yazdım. Cilt cilt defterlerimde yığınla kayda geçmiş anılarım oldu. Teknoloji gelişti, pek çok şey gibi günlüklerim de dijitalleşti. Şimdi telefon, tablet veya bilgisayardan erişebildiğim, hatta o güne ait fotoğraf da ekleyebildiğim bir günlük uygulamam var. Bir de elime fotoğraf makinesi aldığımdan bugüne biriktirdiğim fotoğraflarım, videolarım… İşte o videolara eklediğim -dijitale taşınarak silinip gitmekten son anda kurtulan otuz yıllık- VHS kasetler sayesinde kavuştum çocukluğuma…Ve anladım ki demansın tuzağına yakalanmadan, alzheimer uçurumuna yuvarlanmadan ve o kaçınılmaz sonla karşılaşmadan sarıp sarmalanacak biricik varlığımızmış hatıralarımız...

“Gâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi

Gâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni”

                Bir çocuk gördüm dün…

                Ala çalmış yanakları, kısılmış çipil gözleri, kızarmış kulaklarıyla kalabalıkların savuruverdiği bir köşede, çevresindeki heyulayı anlamaya çabalıyor; soğuktan buz kesmiş ellerini naylon montunun ceplerine sokup ısınmaya çalışıyordu.

                Ekrana yansıyan bu görüntüsüyle tam otuz iki sene evveline götürdü beni. Otuz iki koca yıl. Yarı ömre, üç var Cahit Baba! İzledikçe hüzünlendim, izledikçe keyiflendim ve ne kadar zengin olduğumu gördüm.

Ne zengin bir adammışım ben meğer! Pek enginmiş servetim. Maldivler’in turkuaz denizini, Patagonya’nın buzulları ve Hindistan’ın cangıllarını aşan, ebediyete benimle taşınacak olan bir servet bu. Paha biçilemez bir Cézanne tablosundan da -diğerleriyle aynı zamanı gösterse de- kıymeti kendinden menkul Patek Phillippe saatten de daha kıymetli. Üretilmiş ve de metalaşmış hiçbir şeyin yanında nisap miktarı sayılamayacağı, kimilerinin değerine erken vakıf olduğu, kimilerinin de bir hastalıkla yahut bir kaza ile insanın ancak önemini anımsayabildiği kadar ağır ama bir o kadar da hafif bir zenginlik bu, ana kucağında başlayıp ölüm yatağında son bulan… Ve anladım ki beni zamanda yolculuğa çıkaran, hayatıma lezzet, gönlüme servet kazandıran, yıllandıkça bir Bordeaux şarabı gibi keyfi artan anılarım varmış benim.

Anılar zenginiymişim ben, anılar koleksiyoncusu.

Hem o, hem bu…

                Neil Postman Teknopoli isimli kitabında Platon’un Phaedrus kitabındaki bir kıssadan bahseder. Hikâyeye göre Kral Thamus bir gün sayılar, hesaplama, geometri, astronomi ve yazı dahil birçok şeyin mucidi olan Tanrı Theuth'u misafir eder.  Theuth pek çok icadını sergiler ve en son sıra yazıya gelince Thamus’a dönüp: "Sayın Kralım!” der, “Bu, Mısırlıların bilgeliğini ve hafızalarını geliştirecek bir başarıdır. Bilgeliğin ve hafızanın reçetesini buldum.”

                Oysa Kral Thamus aynı fikirde değildir. Ona göre yazıyı kullanmaya başlayanlar hafızalarını kullanmaktan vazgeçecekler ve unutkanlaşacaklardır. Artık bir şeyleri ha­tırlamak istediklerinde iç kaynaklarını kullanmak yerine harici birtakım işaretlere bel bağlayacaklardır.

                Kitabına bu kıssa ile başlayan Postman, teknoloji ile ilgili olarak kimilerinin Tanrı Theuth gibi çok iyimser, kimilerinin de Kral Thamus gibi çok kötümser olduğuna vurgu yapar ve ekler:

                “Tüm teknolojik buluşların hem menfi hem müspet etkileri vardır (ya o ya bu değil,  hem o hem bu).”

                Beni anılardan oluşan koleksiyonum sayesinde servet sahibi yapan şeylerden biri Kral Thamus’un karşı çıktığı yazı ve Postman’ın vurguladığı teknoloji olmuştur.

Günlüklerim

                Paçaları paralanmış, dizleri yenmiş pantolonlarımın cebinde anılar biriktiriyormuşum meğer küçük, sessiz bir çocukken daha; değerine ancak yıllar sonra vakıf olabileceğim. Sonra tüm ölümsüzlüğüyle yazı girdi dünyama. Bir öğretmenimin tavsiyesi miydi anımsayamıyorum, ortaokulda günlük tutmaya karar verdim. Hâlâ elimin altındadır, kara kaplı ajandanın sarı sayfalarına işlenmiş acemi ilk kayıtlar:

                18 Şubat Pazartesi: Bugün okulda pek önemli bir şey olmadı.

                5 Temmuz Cuma: Bugün Sümerbank’a gittik. Oradan bir sürü basma aldık. Ayrıca annem yatak örtüsü de aldı.

                3 Ekim Perşembe: Bugün televizyonu tamire götürdük. Anneannemlere gittik. Orada Aliş’i sevdim. Aliş yürümeye başladı.

                ...

                Yıllarca yazdım. Cilt cilt defterlerimde yığınla kayda geçmiş anılarım oldu. Teknoloji gelişti, pek çok şey gibi günlüklerim de dijitalleşti. Şimdi telefon, tablet veya bilgisayardan erişebildiğim, hatta o güne ait fotoğraf da ekleyebildiğim bir günlük uygulamam var. Bir de elime fotoğraf makinesi aldığımdan bugüne biriktirdiğim fotoğraflarım, videolarım. Çevremdeki değişimi kanıtlayan fotoğraflarım, yaşamın sihrini anlatan videolarım oldu zamanla.  İşte o videolara eklediğim -dijitale taşınarak silinip gitmekten son anda kurtulan otuz yıllık- VHS kasetler sayesinde kavuştum yazının başında bahsettiğim o ala çalmış yanakları, kısılmış çipil gözleri, kızarmış kulaklarıyla soğuktan buz kesmiş ellerini naylon montunun ceplerine sokup ısınmaya çalışan çocuğa.

                Çocukluğuma…

Ve anladım ki demansın tuzağına yakalanmadan, alzheimer uçurumuna yuvarlanmadan ve o kaçınılmaz sonla karşılaşmadan sarıp sarmalanacak biricik varlığımızmış hatıralarımız.

Minnetle andığım Doğan Cüceloğlu’nun da, öğretmen Cemil Sönmez’den referansla vurguladığı gibi, bir insanın anavatanı çocukluğuymuş gerçekten de. Ve yaşlandıkça bu sılaya olan özlem gitgide artarmış. İnsanın geleceğe dair umutlarının giderek azaldığı yaşlarda bakışlar geçmişe yöneliyormuş. Soğuk ve karlı bir Şubat günü bir evin bahçesinde yapılan akraba nişanında çekilen görüntülerle indim çocukluğumun mahzenine. Kral Thamus’u haklı çıkarır şekilde hakkıyla yazıya dökemeyeceğim hisler yaşadım orada. Şimdi çoktan birer yıldız tozu olmuş akrabaları izledim, Çiçek Abbas filmindeymişçesine domuz burun Transitelere doluşup beraber gülen, beraber eğlenen insanları gördüm. Otuz yılda permalı saçların, iri tokaların, bol paçalı pantolonların yanında değerlerinden de çok şey yitiren bir toplumun gerileyişini de...         

                Ve anladım ki demansın tuzağına yakalanmadan, alzheimer uçurumuna yuvarlanmadan ve o kaçınılmaz sonla karşılaşmadan sarıp sarmalanacak biricik varlığımızmış hatıralarımız. Draaisma’nın kitabında dikkat çektiği bir mantra geliyor aklıma “Use it or lose it — Belleğini kullanmayı bırakırsan o da seni bırakır.”*  

Sonsuza dek yitirdiklerimizden geriye kalan tortulardır anılarımız, kısacıkları anları ölümsüzleştirmemizi sağlayan fotoğraflarla, videolarla, günlüklerle koruduğumuz. Ceplerimizde sakladığımız; asıl zenginliğimiz, esas kıymetlimizdir onlar.

Bugün, anılarımı çocuklarımla geçen anlarımla zenginleştiriyorum. Onları büyürken izlemenin mucizesini yaşıyor, hatırlayabilmenin keyfini sürüyorum yıldız tozuna dönüşmeden önce.

Cicero’nun dediği gibi:

                “Brevis a natura nobis vita data est. at memoria bene redditae vitae sempiterna.”

                (Doğanın bize bahşettiği ömür kısa, ama ömrün iyi yanlarının hatırası öyle sonsuz ki!..)

*Douwe Draaisma, Sıla Hasreti Fabrikası, YKY

Önceki ve Sonraki Yazılar
Kerem Gürel Arşivi