ÇÜNKÜ BİZ MODERNİZ.

“Biz vahşi değiliz, hiçbir antropolog bizi böyle incelemiyor ve başka yerde, başkalarında yapılması mümkün olan şeyi, bizim doğa-kültürlerimiz konusunda yapmak tam olarak imkansızdır. Neden? Çünkü biz moderniz. Kumaşımız dikişsiz değil” diyor Bruno Latour bundan 32 yıl önce.

İstanbul’un en gri haftalarından birindeyiz; bitmeyecek gibi! Mevsim kış; güneşi çok özlediğim o sıkıntılı zamanlardan biri; tabii tek sıkıntımız bu olsun! Modern zamanlarımızda, örneğin havadan sudan duygulanımın önemi sıfır noktasında mı, yoksa tavan mı yaptı emin değilim pek. Yok yok depresyonda da değilim; durum analizi yapmaya çalışıyorum! Salgın sağolsun, hiç bu kadar robot hissetmemiştim. Saat alarmlarına göre bölünmüş günlerimi, köprü trafiği, ofis saatleri, yeniden köprü trafiği, kedi kumu değişimi, Netflix, Amazon Prime, BluTV, kitap, yeme-içme, çiçek sulama ve az uyku aralıklarında bir rutin içinde geçiriyorum. Sosyal medya bu anlattıklarımın tümüne serpiştirilmiş bir tuz ve biber. Modern dünyamda, teknolojik aygıtlarım etrafımda. Koca koca binalar ve köprüler arasından geçiyorum her gün. Sokaklarında dolaşmamın pek mümkün olmadığı; mümkün olsa bile sağlıklı olmadığı bu modern günlerde çoğunlukla uzaktan izliyorum kenti , bir yabancı gibi. Evet yabancılaşıyorum ona günden güne. Aynı insanlara, kalabalıklara yabancılaştığım gibi. Sadece fiziksel mesafe de değil bahsettiğim. Bu koza-fanus hayatı, daha çok içe döndürüyor beni. Ekran ofiste, koltukta, yatakta veya tuvalette, hep burnumun ucunda. Çünkü pandemi döneminde modern bir insan-çalışan olmak bunu gerektiriyor. Her biri çevrimiçi olarak gerçekleştirilen söyleşileri, etkinlikleri takip etmek; hatta bunların bir kısmını düzenlemek, Twitter dan haberleri öğrenmek, Instagram sohbetlerinde eğlenmek; aileni, arkadaşlarını ekrandan görmek…

“ Geleneksel antropologlar için, modern dünyanın antropolojisi yoktur, olamaz, olmamalıdır. Etno-bilimler topluma ve söyleme kısmen bağlanabilir, bilim bunu yapamaz. Hatta kendimizi bu şekilde inceleyemediğimiz içindir ki, ötekileri incelemek üzere tropik bölgelere gittiğimizde bu kadar keskin ve mesafeliyiz. Eleştirel üç bölümlülük (- eleştirmenler, dünyamızdan bahsetmek için üç ayrı repertuar geliştirmiştir; doğallaştırma, toplumsallaştırma, yapıbozum-) bizi korur ve tüm premodernlerde sürekliliği yeniden kurmamıza izin verir.” Diyerek devam ediyor Latour.

Biz hiç modern olmadık ona göre; premoderniz. O günün modern eleştirisi içerisinde ifade edilmiş olduğu halde, bugünün modern eleştirisine bunca sıkı bağlanan düşünceleri okuduğumda, çoğunlukla tek bir şey hissediyorum: İnsanlık nasıl da aptal!  Aptallığımız kayıtsızlığımızdan, yüzeyselliğimizden, hızımızdan kaynaklanıyor. Aptal dediğim için kızanlar veya alınanlar olacaktır belki. Şöyle yanıtlarım onları, ekran karşısında saniyede 10 gigabit hız yaparken, zeka geliştirmek ne kadar mümkün? Biz modernlerin kendine sorması gereken en önemli sorulardan biri bu bana göre . Üstelik doğadan kopup, evdeki saksıdan medet umduğumuz; fiziksel mesafelerle dokunmayı unuttuğumuz şu günlerde?

Pandemiyi nerede ise seveceğim. Belki de ileride bugünlere bakıp “ iyi ki” diyeceğiz. İnsanlığı aptallığından uyandırmak için bir kırılma noktası olabilir hülyası içindeyim.

KONAK MEYDANI YIKIM KARARININ DÜŞÜNDÜRTTÜKLERİ

Böyle düşünceler eşliğinde gri mi gri bir günde ofisimde oturmuş, heyecanla beklediğim bir ekran buluşmasını izle-dinlemeye başlıyorum.

İzmir Mimarlık Merkezi düzenlediği bir seminer dizisi ile, son günlerdeki en sıcak konulardan biri olan Konak meydanı yapılarının yakımı hakkında mimarlarla birlikte bir seminer dizisi düzenledi. Kent Hakkı isimli bu söyleşinin ilk konuğu mimar Emre Arolat oldu.

Mimarlık ve kent gündemimizde yıkım, hiç olmadığı kadar gündemde bir konu haline geldi. Yıkıyorlar, yıkılıyorlar, yıkılıyoruz.

Bu etkinlik bu yıkımlar karşısında düşünmeyi sağlayan, ortak bir akıl peşinde olan, susmayan bir tavır olduğu için önemli. İlk konuşmacı olan Arolat, çağdaş mimarlık dünyamızın üreten ve sorgulayan öncü isimlerinden biri olarak ortaya çıkıyor. Yurt içi ve yurt dışında pek çok projeye imza atan mimarın eserlerinden biri olan Minicity de çok kısa bir süre önce ödüllü bir yapı olmasına rağmen yıkılmıştı.

Bu etkinlikteki ikince konuşmacı ise Ersel Gürsel. Gürsel bana göre bu coğrafyadaki en yaşantılı, en insan odaklı projeler olan Aktur siteleri, Bodrum Marmara Oteli gibi pek çok başarılı işte imzası olana mimarlardan biri olmasının yanında, Konak Meydanı ve çevresinin düzenleme projesine de 2002-2003 yıllarında imza atmış olan isimlerden biri. Siz bu satırları okurken, ben de Pazar günkü planıma bu deneyimli mimarın söyleşini izlemeyi not aldım; çünkü 1800lü yıllardan bu günlere kadar  pek de bilmediğim meydanın tarihini bizlere anlatıyor.

Arolat, koruma hakkındaki düşüncelerini belirtirken farklı ülkelerden verdiği örneklerle İzmir’de alınna bu son bu kararın sosyal, kültürel ve algısal yönlerini irdeliyor. Arolat’ın yaptığı vurgulardan biri, bu tür yapıların toplumlar üzerindeki etkisi üzerine. Eğer bir toplum bir yapıyı sahiplenebilirse, yıkıma karşı da tepkili olur diyor aslında Arolat da söyledikleri ile.

Sahiplenme kavramının altını çizelim. Hızlı gelişim ve yoğun göç altında kent ortamı sarsıcı bir dönüşüm içerisinde. Üstelik sadece İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentler değil; Türkiye’nin hemen hemen bütün kentleri bu dönüşümü en yoğun hissediyor. Böyle bir atmosferde neyi sahiplenebiliriz? Kentillik kavramı da hiç olmadığı kadar sorgulanabilir bir konumda. Kentli nedir ve kime denir; pek de tanımlayamıyoruz. Hatta bana göre, bu tanımı önemsemediği gibi kentlilik kavramı ile bile ilgisi olmayan toplumsal bir doku oluşmuş durumda. Bir tür köksüzlük söz konusu gibi. Köksüzler, eski olana hiç rağbet etmedikleri gibi, sahiplenmeyi de bilmeyebilirler. Sahiplenmeleri fanatizme yakın olur ve Diderot’nun söylediği gibi Fanatizm ile barbarizm arasında sadece tek bir adım vardır.

Türkiye’nin içinde bulunduğu bu bitmek tükenmek bilmeyen karadelik, kutuplaşmanın sıkça vurgulandığı bu söyleşi boyunca da kulağımda çınlayıp duruyor. Köksüzlüğümüz, hiçbir şeyi artık sahiplendirmediği gibi, fanatik bir barbarlığa kapı açıyor. Coğrafyası ile arada, ortada kalmış, kimilerine göre hiçbir büyük kültüre bağlılığı olmayan ve coğrafi, kültürel, siyasi, toplumsal özellikleri ile yalnız bir ülke olarak tariflenen güzel ülkemiz!

Hep bir eski-yeni, doğu-batı, dikey-yatay ikileminde kalmışız ve kalacak gibiyiz. Bu toplumsal doku içerisinde, modern mimarlık, mimarlıkta korumacılık, mimarlık ve tasarım bilinci konuşmak bana anlamsız da geliyor kimi zaman. Bu anlamsızlığı, kopukluğa ve temelsizliğe atfediyorum; çaba güzel ama en iyi mimarlar bilirler ki, temeli sağlam olmayan bina yükselemez; hadi inşa edildi diyelim, hafif rüzgarlarla bile yıkılıverir. Türkiye de biraz öyle.  Dünya, mimarlıkta modernizmi, brutalizmi, Googie mimarlığını üretirken ve bu üretimin üzerine de eleştiri kültürünü geliştirirken, bizler devrimlerin sarsıcı değişimleri ile, oldukça gerekli fakat toplumun çoğunluğu için de zoraki bir modernleşmenin ilk yıllarını yaşıyorduk. Modernlik, ister istemez Batılılık kelimesi ile özdeşleşti ve bu özdeşleştirme fena halde dejenere edildi. Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi iklim, bu ikilemler ve bu dejenerasyon arasında sıkışmışken, toplumun içinde bulunduğumuz ortamda, bırakın mimarlık yapısına, her hangi başka bir değere sahip çıkması beklenebilir mi?

Batı eski anlamda modernizmi öldüreli çok oldu. Kendini modern olarak tanımlayan ne varsa yıkıyor. Virüs bu yıkımı iyice hızlandırdı. Batı değişimin, hızın ve değişen paradigmaların tartışmasını yapıyor; kendi ile hesaplaşıyor ve geleceğe bakıyor. Batının, kendi öz eleştirisini yapabilmesi, kirli çamaşırlarını, bilgi çağının kaçınılmaz gerçekliğini kabul ederek, ipe asabilmesi, kimilerini yıkayıp beyazlatarak yeniden giyebilme çabası asıl modernizm olmalı. Türkiye, gerçek anlamda Batılılaşabilseydi, pek çok şeyden önce bu kültürü edinebilirdi. Böylece bugün maalesef hala niş ve elitist bir düzlemde kalan, korumacılık, kent hakkı, mimarlık mirası gibi pek yararlı tartışmalar kendine zemin bulabilir; yarar yaratma hedefine ulaşabilirdi.

Evet hepimiz moderniz. Son teknoloji televizyonun üzerine dantel örtmek kadar modernliğimiz ve sanki biraz da kelime olarak “alafranga’nın harflerinde donup kalmış kadar. Sadece mimarlıkta değil, nesnelerle ilişkimizde, kentlilikte, köylülükte, eğitimde, siyasette yeni bir tarih yazımı gerekiyor gibi.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Özlem Yalım Arşivi