DEĞİŞMEYEN DÜŞMAN SOL VE KOMÜNİSTLER

Akademisyen Fatih Yaşlı, “Türkiye’de antikomünizm o kadar yaygın bir ideolojiydi ki edebiyat alanına da farklı şekillerde yansıdı. Bir taraftan polemikler diğer yanıyla sağ cenahtan yazılan romanlarda solcu karakterlerin nasıl resmedildiği, solun mutlak kötü olarak anlatılması vardı.  Asıl derdim bunu genç kuşaklara anlatmak” diyor.

Akademisyen, yazar Fatih Yaşlı yeni yayımlanan ‘Devlet, Düzen, Anarşi’ kitabında antikomünizmin edebiyatımızdaki izini sürüyor. Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin’e yönelik saldırılar, Peyami Safa, Nihal Atsız, Necip Fazıl gibi yazarların komünizmle mücadele etmek için bu isimleri nasıl hedef tahtasına oturttukları yer alıyor. Yaşlı ikinci bölümde ise antikomünizmin romanlarda nasıl yer aldığını değerlendiriyor.

Bu kitaplar arasında; Tarık Buğra’nın ‘Gençliğim Eyvah’, Emine Işınsu’nun ‘Sancı’ ve ‘Canbaz’ romanları, Adnan İslamoğulları’nın ‘Kuyu’ romanı, Misli Baydoğan’ın ‘Hatırla Beni’ kitabı, Adnan Şenel’in ‘Secdeden Sehpaya’, İskender Pala’nın ‘Karun ve Anarşist’ kitabı ile Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘Kırım Kan Ağlıyor’ kitabı var. Bu kitapların büyük çoğunluğunun yakın dönemde yazılan kitaplar olması dikkat çekici. Komünizm korkusunun hâlâ devam ettiğini gösterir nitelikte. Bu kitaplarda solcular Fatih Yaşlı’nın ifadesiyle “mutlak kötü” olarak resmediliyor. Yoksul Anadolu çocuklarını kandırmaya çalışan, psikolojik sorunları olan, sadist, mazoşist eğilimleri olan insanlar olarak okurun karşısına çıkıyor. Yeniden bir tarih yazımına girişen bu yazarlar solun özümsediği ve inandığı değerleri ülkücülere, milliyetçilere ait kavramlar olarak ele alıyor.

Fatih Yaşlı’nın ‘Kinimiz Dinimizdir’ isimli Türkçü faşizm üzerine bir inceleme kitabı, hemen ardından yayımlanan’ Türkçü Faşizmden Türk-İslam Ülküsü’ne’ kitabı ve onu takip eden ‘AKP, Cemaat, Sünni-Ulus’ isimli kitabı var.Antikomünizm ekseninde yayımlanan kitaplar farklı alanlarda sol düşmanlığının nasıl körüklendiği anlatıyor.Yaşlı ‘Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş’ ve ‘Halkçı Ecevit’ kitaplarının da bu serinin bir parçası olduğunu belirtiyor. Fatih Yaşlı ile antikomünizmin edebiyatta nasıl işlendiğini, hangi karakterlerle karşımıza çıktığını, Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Aziz Nesin’e yönelik saldırıları konuştuk.

BİR NUMARALI DÜŞMAN: NÂZIM HİKMET

Antikomünizmle mücadelede bir numaralı düşman Nâzım Hikmet. Neden?

Nâzım Hikmet Türkiye’de komünist denildiğinde ilk akla gelen isimlerden biri. Türkiye’de komünizmin uluslararası alandaki en önemli temsilcilerinden biri. Şair kimliğinin yanı sıra siyasi bir kimlik de taşıdı, komünist olduğunu söyledi. Öyle yaşadı ve öyle öldü. Türkiye’den Sovyetler Birliği’ne gittiği tarihten itibaren de uluslararası alanda edebi faaliyetlerini devam ettirdi. Öte yandan da politik faaliyetlerini sürdürdü. Dolayısıyla Nâzım Hikmet Türk sağı tarafından komünizmle mücadelede sembol olarak seçildi. Türkiye antikomünizmi Nâzım Hikmet’e duyulan tepkiler, hakaretler, ona dair kullanılan sıfatlar üzerinden şekillendi. Türkiye’de antikomünizmin söylemine baktığımızda; “Komünistler Moskova’nın ajanıdırlar, Sovyetler Birliği’ne hizmet etmektedirler, hepsi işgalci bir güç olan Sovyetler’in içerideki uzantılarıdır, Sovyet emperyalizmine çalışırlar, vatan hainidirler, bölücüdürler, anarşi, terör” gibi kavramlar kullanılır. Bu kavramların hemen hemen hepsinin Nâzım Hikmet için de kullanıldığını üstelik sadece yaşarken değil öldükten sonra da Nâzım’ın hayaletinin sağın üzerinde dolanmaya devam ettiğini görüyoruz. Bu nedenle Nâzım’ın Türkiye’de antikomünizminin bir numaralı düşmanı olması şaşırtıcı değil.

“NÂZIM’LA KAVGA ETMEK TÜRK SOLUYLA KAVGA ETMEK DEMEK”

Nâzım Hikmet’le ilgili bölümde ‘mitosu yıkmak’ başlıklı bir bölüm var. Nihal Atsız’ın kardeşi Nejdet Sançar kitabını ‘Nâzım Hikmet için anlatılanların bir masal olduğunu göstermek için’ yazdığını söylüyor. Amacı kendi ifadesiyle “Türklüğe karşı düşmanlık yolunda maşa gibi kullanılan bir kişinin şişirile şişirile efsaneleştirilmeye yeltenilen varlığını teşrih masasına sermektir.” Kitabınızda Nâzım’a yönelik diğer saldırılara da yer veriyorsunuz. Türk olup olmadığından, giyimine, şiirlerine, soyadına, Türkçe’yi kullanımına kadar her konuda saldırıya uğruyor, vatan hainliğiyle suçlanıyor. Nâzım’ın dizelerini ölümsüz kılan, ona saldıranları ise tarihin tozlu sayfalarına gömen nedir?

Nâzım’ın mitosunu yıkma iddiasında olan kitapların hepsi politik zaviyeden yazılmış kitaplar. Hiçbirinin edebi üstünlüğü yok, polemik kitapları. Hepsi de Nâzım öldükten sonra yazılmış kitaplar. Esas mesele de şu: Özellikle 1965 yılından itibaren Türkiye’de sol yükselmeye başladığında hem işçi hareketi hem öğrenci hareketi güçlendiğinde genel olarak kitleler yüzünü sola dönmeye başladığında Nâzım’ın şiirleri popülerleşiyor, önem kazanıyor, propaganda metni olarak kullanılıyor, afişlerde kullanılıyor. Türk sağı bundan çok ciddi bir rahatsızlık duyuyor. Dolayısıyla Nâzım’la kavga etmek Türk soluyla kavga etmek demek. O zaman Nâzım hayatta yok. Öldükten çok sonra şiirleri Türkiye’de serbest bırakılıyor. 1960’lı yıllarda okunmaya başlıyor. Türkiye’de siyasi hareketliliğin arttığı, kitlelerin yüzünü sola döndüğü, bir de bunun karşısına Türk sağının sokağa çıkarıldığı dönemler. 65’ten itibaren adım adım siyasal şiddet dalgası sola karşı yükseltiliyor ama bir yandan da ideolojik mücadele vermesi gerekiyor Türk sağının. O nedenle komünistlere karşı tüm ithamlar Nâzım’ın şahsında dile getiriliyor. Bunlar tarihin çöplüğüne gitti.

“NÂZIM’IN ŞİİRLERİYLE KOMÜNİST KİMLİĞİ AYRIŞTIRILAMAZ”

Nâzım komünist kimliğinin ötesinde çok büyük bir şairdir. Ona bu büyüklüğünü veren komünist kimliğidir. İkisi birbirinden ayrıştırılacak öğeler değildir. Türkiye’de bugün bazı siyasetçiler Nâzım’ın fikirlerini beğenmedikleri halde şiirlerini okuyabiliyorlar. Bu biraz da bana Nâzım’ın manevi kişiliğine bir tür saygısızlık gibi geliyor. Nâzım’ın kendisi “Eğer komünist olmasaydım bu şiirleri yazamazdım” diyorsa o şiirlerin bir komünist kimliğin parçası olduğu, ilham kaynağının da daha eşit, daha özgür bir dünya fikri olduğunu görmemiz, teslim etmemiz gerekir.

ANTİKOMÜNİZMİN EDEBİYATTAKİ TEMSİLCİSİ:

PEYAMİ SAFA

Kitabınızda Peyami Safa ile ilgili de bir bölüm var. Peyami Safa antikomünizmin Türkiye’deki en ateşli isimlerinden biri. Nâzım Hikmet’le, Aziz Nesin’le tartışmaları var. Başta Nâzım Hikmet’le, dostlar ama daha sonra birbirlerini çok ağır sözlerle eleştiriyorlar. “Yan yana ters akan sular” olarak tanımlıyorsunuz onların ilişkisini.

1928-1929 yıllarında Peyami ile Nâzım şiire ve edebiyata yenilik getirmek konusunda ortaklar. Eski kuşak yazarlarla kavga ediyorlar. Hatta Resimli Ay dergisindeki ‘Putları Kırıyoruz’ kampanyası da bunun bir ürünü. Nâzım’ın sosyalizme meyletmesi, Peyami’nin de bunu Türkiye için bir tehdit olarak görmesi sonucunda iki yazar arasındaki ilişki bir kalem kavgasına dönüşüyor. Ciddi hakaretler içeren cümleleri var, birbirlerini karşılıklı yerin dibine batırıyorlar. Peyami Safa 1930’lardan itibaren istikrarlı bir şekilde antikomünizmin Türkiye’deki temsilcilerinden biri haline geliyor ve bu tutumunu ölene kadar da devam ettiriyor. Kitapta sadece Nâzım’la olan kavgası yok. Aziz Nesin’le olan kavgası da var. Edebiyat alanında solun hâkim olduğunu düşünüyor. Solla farklı alanlarda mücadele etmek gerekir diyor ve kendini antikomünizmin edebiyattaki temsilcisi olarak görüyor.

“TÜRKİYE’DE KOMÜNİZM HAYALETİNİ DEVLET YARATTI”

Peyami Safa, Aziz Nesin için “Azgınlık derecesinde komünist” diyor. Aziz Nesin de ona “Bayram değil seyran değil Bay Safa beni neden ısırdı?” diye yanıt verir. “Siz yeryüzünün sayılı fabrikatörlerinden birisiniz. Ne fabrikatörü mü? Siz bir komünist fabrikatörüsünüz. Hiçbir fabrika sizin gibi çıkardığı mallara sizin kadar bol etiket yapıştırmadı” der.  Komünizm her kılığa giriyor. Aziz Nesin, “Öztürkçeci komünist, yurtsever komünist, dindar komünist, gerici komünist, ilerici komünist, sizin gibi düşünmeyen herkes komünist” diye Peyami Safa ve onun gibi düşünenleri eleştiriyor. Bir hastalık gibi âdeta değil mi?

Evet büyük ölçüde öyle ciddi bir paranoyak yanı var. Bunun da nedeni; 1946 yılında Türkiye Soğuk Savaş’a girerken ülkede güçlü bir komünist hareket yoktu ama Türkiye yönetici sınıfı ABD’ye, batıya yanaşabilmek, NATO’ya üye olmak, askeri ve mali yardım alabilmek adına bir komünizm heyulası yarattı. O dönemde sadece illegal bir TKP ve onun etrafında da bir grup yazar, aydın, sanatçıyla birlikte bir grup işçi vardı. Buna rağmen Türkiye’de ciddi bir komünizm tehdidi olduğu masalı topluma anlatıldı. Antikomünizm kendini böyle var etti. Türkiye’de 1965 yılına kadar ciddi bir sol hareketten, emek hareketinden bahsetmek mümkün değil. 1946-1965 yılları arasında geçen yirmi yıllık dönemde komünizm hayaleti devlet tarafından aslında antikomünizmin bir parçası olarak ortaya atılmıştı. Bu paranoyanın Peyami Safa gibi isimlere de yansıdığını görüyoruz. Peyami Safa öldüğünde mesela henüz Türkiye’de güçlü bir sol hareket yoktu ama Safa ölümüne çok yakın bunu görmeye başladı. Kentleşme, işçi sınıfın ortaya çıkışı, üniversite öğrencilerinin artışı gibi faktörler beraberinde dünyadaki gelişmeler kaçınılmaz olarak Türkiye’de solun yükselişini getirdi. O günlerde Peyami Safa yaşasaydı daha büyük paniğe kapılırdı.

HEDEF TAHTASINDAKİ AYDINLAR

Daha sonra Nihal Atsız’ın Nâzım Hikmet ve Sabahattin Ali ile savaşını okuyoruz. Nihal Atsız’la ilgili ‘Türkçü Faşizmden Türk-İslam Ülküsüne’ kitabınızda kapsamlı bir bölüm var. Nihal Atsız’ın milliyet kavramını, Türklük tanımını, ırkçılığını daha iyi anlıyoruz. “Kinimiz dinimizdir” ifadesi var. Nihal Atsız, Nâzım Hikmet ve Peyami Safa arasındaki kavgaya bir edebiyatçı olarak değil Türkçü kimliğiyle katılıyor. Nâzım Hikmet’in Namık Kemal’e dil uzattığını düşünüyor.

Nihal Atsız’ın düşüncesini Türkçü faşizm olarak nitelendirmiştim. “Kinimiz dinimizdir” sloganını da Türkçü faşizmin en önemli sloganı olduğunu söylemiştim. Türkçü faşizm; Alman faşizmden, İtalyan faşizmden büyük ölçüde etkilenmiş ve o fikirleri II. Dünya Savaşı yılarında Türkiye’ye taşımaya çalışmıştı. Faşizmin esas olarak alametifarikası komünizmle mücadeledir. Nihal Atsız’ın da kaçınılmaz olarak Nâzım Hikmet’i hedef alması gerekiyordu. Onun için de bir bahane gerekiyordu. Nâzım’ın Peyami Safa’yla olan tartışmasında Namık Kemal’le ilgili söylediği bir söz oldu. Atsız da bunu bahane ederek Nâzım’la ilgili metin yazdı. Klasik olarak onun Moskova’ya hizmet ettiğini, Moskova’nın ajanı olduğunu öne süren bir metindi. Daha sonra Sabahattin Ali’yi hedef aldı. Nâzım Hikmet, Aziz Nesin, Sabahattin Ali gibi Türkiye’de edebiyatçı ve siyaset kimliklerini bir araya getiren ve solda duran figürler tarihsel olarak devletin ve Türk sağının hedef tahtasında oldular. Öldükten sonra dahi kendilerine yönelik ideolojik saldırıların bugün bile devam ettiğini görüyoruz.

NİHAL ATSIZ, SABAHATTİN ALİ’Yİ DÜELLOYA DAVET EDİYOR

Hatta Nihal Atsız, Sabahattin Ali’yi bir düelloya davet ediyor. Bu bir fikir düellosu değil. Ciddi anlamda kılıç ve süngüyle yapılan bir düellodan söz ediyor. Bunu nasıl açıklamak gerekir? Nihal Atsız bu düelloyla ne elde etmek istiyor?

Nihal Atsız’ın geçmişine baktığımızda bir askeri okul macerası var ama bir kavgaya karıştığı için atılıyor okuldan. Türkçü faşizm militarizmi ve savaşı yücelten bir ideolojidir tıpkı nazizmde olduğu gibi. Nihal Atsız’ın şiirlerinde, romanlarında sürekli ölmek ve öldürmek yüceltilen kavramlardır, bir erkeklik hikâyesi anlatılır. Düelloyu da öyle okumak lazım. Hem militarist bakış açısı hem Atsız’ın askeri kimliği beraberinde böyle bir teklif getirmiş. Ama neyse ki Sabahattin Ali bunu ciddiye almıyor ve herhangi bir düello yaşanmıyor.

HASAN ÂLİ YÜCEL – KENAN ÖNER DAVASI

Kitabınız Hasan Âli Yücel ve Kenan Öner davasıyla devam ediyor. Hasan Âli Yücel ve köy enstitüleri antikomünizmin hedefi haline geliyor. Bu davanın antikomünist propaganda için önemi nedir?

II. Dünya Savaşı biterken 1944 yılında Nazi Almanya’sının yenileceği anlaşılınca savaş yılları boyunca Türkiye’de müsamaha gören Türkçü faşist ideoloji ve mensuplarına yönelik bir operasyon gerçekleştiriliyor. Türk siyasal hayatında bu Irkçılık Turancılık davası olarak bilinir. Atsızlar, Zeki Velidi Toganlar, Oğuz Türkkanlar gözaltına alınıyorlar ve bir süre de hapis yatıyorlar.  Fakat 1945’ten itibaren Soğuk Savaş’a girilince ve Amerika’ya yanaşmaya başlanınca komünistler yine hedef tahtasına alınıyor. Bu sefer yargılananlar tanık konumuna getiriliyorlar ve Hasan Âli Yücel’i hedef alıyorlar. Köy enstitüleri doğrudan Türk sağının hedefi konumunda. Kenan Öner, Hasan Âli Yücel davası köy enstitülerinin nasıl kapanışa doğru gittiğini ve antikomünizmin bu süreçte nasıl rol aldığını gösteriyor.  Köy enstitülerinin hedef alınmasındaki ana motivasyon bu enstitülerde gençlere, çocuklara komünizm aşılandığı iddiası. Halbuki böyle bir şey yok.

BU KİTAPLAR SAĞI AKLAMA ÇABASI

Kitabın ikinci bölümünde Tarık Buğra’nın ‘Gençliğim Eyvah’, Emine Işınsu’nun ‘Sancı’ ve ‘Canbaz’ romanları, Adnan İslamoğulları’nun ‘Kuyu’ romanı, Misli Baydoğan’ın ‘Hatırla Beni’ kitabı, Adnan Şenel’in ‘Secdeden Sehpaya’, İskender Pala’nın ‘Karun ve Anarşist’ kitabı ile Yavuz Bahadıroğlu’nun ‘Kırım Kan Ağlıyor’ kitabını inceliyorsunuz. Bunlardan bazıları yakın dönemde yazılan romanlar. Belli ki komünizmle ilgili mesele bitmemiş. Komünizm bir tehdit, tehlike gibi görülmeye devam mı ediyor?

Bu romanların hepsi 1965-1980 Türkiye’sini anlatıyor. Bir tek ‘Kırım Kan Ağlıyor’ II. Dünya Savaşı yıllarında Nazilerle komünistler arasındaki mücadelede Kırım coğrafyasında yaşananları anlattığı iddiasında olan bir roman. Diğer kitapların temel meselesi şu: 1965-1980 arasında Türkiye’de sol yükseldi ve sokak gücü olarak sağ çıkartıldı. Solcuların devrimcilerin hepsi psikolojik sorunları olan, aileleriyle ciddi sorunlar yaşayan, psikolojik, ruhi bunalımlar geçiren, sadist, mazoşist eğilimleri olan, cinsel hayatlarında çok büyük sorunlar yaşayan tipler olarak resmediliyor. Şiddete, ölmeye, öldürmeye tapıyorlar, cinayetler işliyorlar, bunun için de başkalarını kullanıyorlar. Yoksul halk çocuklarını hep kandırıyorlar. Böyle bir komünist portresi çiziliyor bu kitaplarda. Bunun karşısında ülkücüler, milliyetçiler için de vatanlarını savunan, masum halk çocukları, mecbur olmadıkça silaha başvurmayan, hep okuyan, her türlü fikre açık gibi bir anlatım söz konusu. Tarihsel olarak bakıldığında bunun böyle olmadığını biliyoruz. Bu kitaplar tarihi yeniden yazmaya ve solculara saldırırken, sağı aklamaya hizmet eden kitaplar. Bu kitapların bir bölümü 12 Eylül öncesinde bir bölümü de sonrasında yazılmış. Hepsinin ortak noktası solcuların mutlak kötü birer figür olarak ortaya konulması ve aslında sağın ne kadar haklı olduğunun, vatan mücadelesinin ne kadar haklı olduğunun bu kitaplarla anlatılmaya çalışıldığını görüyoruz. Bugün de bu süreç devam ediyor. Türkiye’de evet güçlü bir sol hareket yok.  Türkiye’de sağ giderek güçlenen bir siyaset akımı haline dönüştü. Eninde sonunda kendine bir düşman yaratmak zorunda.  Değişmeyen düşman da her zaman sol ve komünistler olmuştur.

“KOMÜNİSTLER MUTLAK KÖTÜ”

Kitabınızın sonuç bölümünde sınıflar arası mücadelenin sadece ekonomik düzlemde gerçekleşmediğini, aynı zamanda siyasal alanı, ideolojik alanı ve kültür sanat alanını da kapsadığını vurguluyorsunuz.  Dolayısıyla kültürel hegemonyayı sürdürmenin önemine dikkat çekiyorsunuz. Bu kitabı yazarken edebiyattaki antikomünist hegemonyayı kırmak mı istediniz? Tabi buna bir hegemonya dememiz doğru olur mu?

Türk sağının edebiyatla ilişkisi her zaman zayıf olmuştur ama asıl mesele siyasi hegemonya meseledir. Sağın hegemonyasını mutlaka kırmak gerekiyor.  Türkiye’nin son yetmiş yıldır yaşadığı felaketlerin gerisinde sol düşmanlığı ve antikomünizm var. Güncel mücadeleyi de belirliyor. Sağın siyasi hegemonyasının kırılması gerektiğini düşüyorsanız farklı alanlardaki yansımalarına odaklanmak gerekiyor. Türkiye’de antikomünizm o kadar yaygın bir ideoloji idi ki edebiyat alanına da farklı şekillerde yansıdı. Bir taraftan polemikler diğer yanıyla sağ cenahtan yazılan romanlarda solcu karakterlerin nasıl resmedildiği, solun mutlak kötü olarak anlatılması idi.  Asıl derdim bunu genç kuşaklara anlatmak.

“MUHALEFETİN AMACI KAPİTALİZMİN FABRİKA AYARLARINA DÖNMEK”

Şimdi siyasi gündeme baktığımızda, politikacıların demeçlerini dinlediğimizde sola yakın önermeler var. Sosyal adaletten, eşitlikten söz ediliyor. Düzeni değiştirmekten söz ediyor partiler. Düzen değişikliği ile ilgili kastedilen nedir? Sınıfsal bir değişiklik mi yoksa AKP’den devralınacak bir değişiklik mi söz konusu? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Kitaplarımın giriş ve sonuç kısımları eninde sonunda bir yerinden güncele bağlanır. Bu kitabı yazarken şunu öngörmüştüm: Türkiye’de öylesine o kadar büyük bir ekonomik kriz yaklaşıyordu ki bu krizin kaçınılmaz sonucu Türkiye’de kendilerine solcu demeyen siyasi öznelerin bile solun diliyle konuşmasını beraberinde getirecekti. Çünkü ekonomik krizlerin derinleştiği toplumlarda özellikle muhalefetteyseniz daha fazla eşitlikten, daha fazla sosyal adaletten, sosyal devletten söz etmeniz gerekir. Bunların düzenin sınırları içinde olduğunu düşünüyorum. Türkiye kapitalizmiyle gerçek anlamda bir hesaplaşmadan değil, AKP’nin kapitalizmiyle hesaplaşmadan söz ediyorlar. Eğer gerçekten Türkiye kapitalizmini fabrika ayarlarına döndürdülerse her şeyin daha güzel olacağını düşüyorlar. Bu gerçek değil. Türkiye kapitalizminin Türkiye toplumuna umut olmaktan çıktığını düşünüyorum. Kitabın sonuç kısmında sahte düzen değişikliğinin değil emek siyasetini esas alan mücadele biçiminin şekillenmesi gerekliliğini ifade ediyorum. Türkiye 70 yıldır sağ ideolojiler nedeniyle bu noktadaysa, sorun solun değerleriyle, solun siyaset sahnesinde güçlü bir şekilde yer almasıyla çözülecektir.

ÇOK SATANLAR

1. Kozmos: Evrenin ve Yaşamın Sırları, Carl Sagan

2. Doğdum. Kızdım, Ayşe Kulin

3. İnsan Geleceğini Nasıl Kurar? İlber Ortaylı

4. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig

5. Zamansız, Latife Tekin

HAFTANIN KİTAPLARI

HASAN ÂLİ YÜCEL

Tanıl Bora

İletişim Yayınları

Tanıl Bora, cumhuriyet tarihinin en uzun süreli eğitim bakanı olan Hasan Âli Yücel’le ilgili kapsamlı bir biyografi kitabı yazdı. Fatih Yaşlı ‘Devlet, Düzen, Anarşi’ kitabında antikomünizmin Hasan Âli Yücel’i nasıl hedef aldığını anlatıyor. Yücel’in biyografisiyle birlikte kapsamlı bir okuma yapmak isteyenler için Tanıl Bora’nın kitabını öneriyoruz. Kitap İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

TUFAN GÖRÜNDÜ

Neoliberalizmin iflası üzerine altı deneme

Bülent Somay

Metis Kitap

Bülent Somay, ‘Tufan Göründü’ kitabında neoliberalizmin iflasını altı başlıkta inceliyor. Neoliberalizm çağında bilginin üretilmesi, iletilmesi ve dağıtılmasında yaşanan ve entelektüel mülkiyet, medya ve üniversite çevresinde yoğunlaşan derin kriz. Buna bağlı olarak “Hakikat” dediğimiz, başlangıcından bugüne felsefenin esas konusunu teşkil eden ve birbirimizle anlaşabilmemiz için zorunlu olan kavramsal zemini oluşturan şeyin kaybolma eğilimine girmesi. “Popülizm” diye adlandırdığımız ama daha somut bir açıdan bakıldığında da son yarım yüzyıldır hızla yükselen yeni politik/kültürel oluşum(lar) kitabın çerçevesini oluşturuyor.

SEVGİLİ YALNIZLIK

Seyfettin Araç

Doğan SoLibris

‘Sevgili Yalnızlık’, Seyfettin Araç’ın kaleme aldığı Likos ve Tidu isimli bir kadın ve erkeğin diyaloğu gibi yazılmış bir roman. Yedi tepeli bir şehirde bir odadayız. Likos iflah olmaz bir hayalperest, Tidu ise gerçekçi bir karakterdir. Uzun uzun sohbet ederler.

Yazar, kitabıyla epik yazının ustalarına selam gönderiyor ve okuru bir edebiyat yolculuğuna çıkarıyor.

ÇOCUK KİTAPLARI

USTALARIN USTASI

Doğan Gündüz

Can Çocuk

Selin, Ustaların Ustası’yla yine aramızda. Selin kim mi? Hani şu meraklı hem çokbilmiş hem de muzip, bazen gülüp eğlenen bazense gözyaşlarını tutamayan, kimi zaman saf kimi zaman kurnaz sayılan, yaramaz olduğu kadar da sevimli, bıcırık bir kız. Bunları onu bilenler söylüyor. Doğan Gündüz’ün renkli, sürükleyici anlatımıyla edebiyat arkadaşlarımızın arasına kattığı Selin, illüstratör Nuray Çiftçi’nin çizgileri eşliğinde okurlarıyla buluşuyor.

BURASI BİZİM EVİMİZMİŞ ŞİMDİ!

Dilek Emir

Resimleyen: Huban Korman

Günışığı Yayınları

Ayça, Selin, Gökçe ve Can… Komşu dört arkadaş, apartmanın bahçesinde evcilik oynarlar. Yemeği kimin yapacağı, işe kimin gideceği, hasta çocuğa kimin bakacağı, çorbaya konacak kurbağayı kimin yakalayacağı gibi önemli görevleri bölüşmeleri gerekir. Naciye Teyze’nin çiğbörekleriyse oyunun en lezzetli bölümüdür. Gökçe, hasta anneannesi, ters dönüp duran yavru kaplumbağalarla ilgili anısını anlatınca, “Ne istersem yapabilirim hayatta!” diye düşünür. Çocukluğun neşesi balkonlardan, bahçelerden taşar… ‘Burası Bizim Evimizmiş’ Günışığı Yayınları etiketiyle raflarda.

BEZELYE ÇORBASI – DEDEKTİFLİK TAKIMI

Rieke Patwardhan

Kırmızı Kedi Çocuk

 

Öğretmeni tarafından “uyumlu” olarak nitelendirilen Nils, yanına oturan Evi'nin sırasını işgal etmesine sesini çıkaramaz. Üstelik birlikte takım kurmaktan başka seçeneği de yoktur. Sınıfa yeni gelen Lina'nın aralarına katılmasıyla kurdukları takımın görevi de belli olur: Lina'ya dillerini öğretecek ve sınıfa katılımı için ona yardımcı olacaklardır ama işler planladıkları gibi gitmez. Nils’in dedesiyle büyükannesi son zamanlarda tuhaf şeyler yapmaktadır: Lezzetli yemeklerin yerini yanmış patatesler almış ve evin her köşesine bezelye çorbası konserveleri yığılmıştır. Nils ve arkadaşları kendilerini maceralı bir hikâyenin içinde bulurlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi