‘DEVLET ADAMI’ DİYE KİME DENİR? (2)

24.07.2021

“…bir devlet adamının görevinin, rızaları olsun olmasın, başkalarını nasıl yönetebileceğini, onlara nasıl egemen olabileceğini düşünmeye indirgenmesinin ne kadar akılsızca bir şey olduğunu göreceğiz. Kendi içinde bile yasal olmayan bir şey, nasıl olur da devlet-adamlığının ya da yasa koyuculuğunun bir parçası sayılabilir? Her ne pahasına olursa olsun, yalnız adaletle değil, hakkı hiçe sayarak da egemenlik yapmak, düpedüz yasallığa aykırıdır ve salt erki olmak, hakkı da olmak demek değildir. Öteki mesleklerin [bilim ve sanatların] hiçbiri, erk üstünde böyle ısrar etmez; hastaları ya da yolcuları dediğine inandırmak ya da zorlamak, hekimin ya da kaptanın işi değildir. Ne var ki, çoğu insanlar (despotça) egemenlikle devlet yönetimini aynı şey sayıyor gibidirler; bunlar birey olarak kendileri için âdil ya da yararlı bulmadıkları bir şeyi başkalarına yapmaktan hiç çekinmezler. Kendileri için ve kendi aralarında âdil bir yönetim isterler, fakat başkalarına karşı davranışlarda neyin âdil olduğuna neyin olmadığına aldırış etmezler.” (Aristoteles, Politika, Remzi Kitabevi, 1975, Çev. Mete Tuncay, s.199).
Bazen eleştiriler alıyorum. “Yazılarında çok eskide kalmış alıntılar yapıyorsun, Platonlar, Aristotelesler…” diyenler çıkıyor. Bunu söyleyenler, mesela yukarıdaki paragrafı okuduklarında, bu fikirlerin aslında bugün de dahil tüm zamanları kapsadığını göremiyorlar mı acaba? Aristoteles’in 24 asır öncesinden tuttuğu şu ışığa bakınca, gözleri hiç mi kamaşmıyor? Belki de tam tersidir. Platon’un mağarasından yeni çıkmış o esir gibi, gözleri öylesine kamaşıyordur ki, o yüzden hiçbir şey göremiyorlardır. Umalım da öyle olsun. Çünkü öyleyse, yakında gözleri ışığa alışacak ve hakikatleri görmeye başlayacaklar demektir.
Gözleri ışığa alışık olanlar, yazıya neden bu alıntıyla başladığımı okur okumaz anlamışlardır. Aristoteles, devlet adamı zannettiklerimizi tarif ediyor. Siyasal erk tek elde toplanmışsa, yöneticinin kendisini halka egemen sayması, kanunlara rağmen tüm hakları da kendisinde toplaması ve istediğine istediği kadar ve kendi işine geldiği gibi adalet dağıtması kaçınılmazdır. İşte diyor Aristoteles, böyle bir yönetici profili devlet adamı değildir. Halkın çoğu siyasal erki elinde bulunduranı devlet adamı zanneder, ama değildir. Çünkü onlar, devlet adamı olmanın en temel kuralı olan ‘devlet ve kamu yararını gözetmek’ten ziyade kendilerinin ve çevrelerinin çıkarını gözetirler. Bu yüzdendir ki, devleti yönetiyor olmak o kişi ya da kişilerin ‘devlet adamı’ olduğu anlamına gelmez diyor. Hatta daha da ileri gidiyor ve devleti yönetiyor olmanın devlet adamı olmak için yeterli olduğunu düşünmenin akılsızca bir şey olduğunu söylüyor.
Aristoteles’in bu bu tarifinin ilk bakışta monarşik ya da oligarşik sistemler için geçerli olduğu düşünülebilir. Ancak bu da büyük bir yanılgı, hatta onun deyimiyle akılsızca bir yorum olur. Demokrasi penceresinden baktığımızda da aslında aynı şey geçerli. Hepimiz biliyoruz ki demokratik bir sistemde erk halkın elindedir. Halk, bu erk kendi adına kullanılsın diye vekâlet verir. İşte bu vekâleti alan siyasetçiler asil değil de vekil olduklarının bilinciyle davranır, devletin ve halkın yararı doğrultusunda hareket ederlerse aynı zamanda ‘devlet adamı’ sayılabilirler. Ancak, vekâleti aldıktan sonra diledikleri gibi davranıyor ve siyasi retorikle yaptıklarının devlet ve halk yararına olduğu konusunda halkı ikna ediyorlarsa onlar devlet adamı değil sadece siyasetçidir.
Demokrasi penceresinden bakmaya devam edelim. Biz halk olarak elimizdeki erkin vekâletini kime veririz? Kimin devleti en iyi şekilde yöneteceğine, kimin halkı en çok düşündüğüne inanıyorsak onları vekil tayin ederiz. Peki bu inanca nasıl sahip oluruz? Tabii ki siyasilerin söylemlerine bakar, hangileri bizi ikna ediyorsa onlara inanırız. Yani siyasiler bizden oyları yaptıklarıyla değil retorikleriyle alırlar. Şimdi dönelim bir diğer büyük düşünür Platon’a. Aristoteles’in de yukarıdaki alıntıda bahsettiği doktor benzetmesine (ilk yazıda bu benzetmeden bahsetmiştim) bakalım yeniden. Platon, doktorun devlet adamını temsil ettiği alegorisinde acı da olsa gerçekleri, insanların duymak istediklerini değil de duymaları gereken şeyleri söylüyordu. Beni severler mi, sevmezler mi diye endişe duymadan, insanları ikna etme derdi olmadan (Aristoteles’in de söylediği gibi) hakikatleri dile getiriyordu. Doktorun karşısındaki aşçı ise insanların ağzına bir parmak bal çalıp kendisini sevimli gösteren, hakikatleri değilde yalan da olsa insanların hoşuna gidecek şeyleri söyleyen bir karakterdi. Sizce demokratik bir sistemde kim daha çok ilgi görür? İnsanlar o vekâleti doktora mı verir yoksa aşçıya mı? Benim gördüğüm, bugüne kadar hep aşçılar kazandı. Halk hakikati değil, kulağa hoş geleni tercih etti. O zaman işte size canalıcı iki soru? Demokratik bir sistemde, yönetime talip olan siyasetçiden devlet adamı olur mu? Olsa bile halk ona vekâlet verir mi?
Demokrasilerdeki erk mücadelesi, hiç şüphesiz halkı ikna etmek üzerine kurulu. Tam da bu noktada gelin Nazım Hikmet’e başvuralım.“…kabahat senin, -demeğe de dilim varmıyor ama- kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” Yani büyük ozan diyor ki, akıllı ol kardeşim. Yalanın, dolanın, uydurulmuş tatlı hikâyelerin değil, acı da olsa hakikatin peşinden git. Git ki seni siyasetçi değil, devlet adamı yönetsin.
Yani demokrasilerde siyasetçinin demagog olması siyasetçiden çok bizim kabahatimiz. Biz istiyoruz hakikatten kaçmayı, biz talep ediyoruz tatlı hikâyeler duymayı. E haliyle sistem demokratik de olsa, onu yöneten devlet adamları görmek o tatlı hikâyelerdeki gibi hayal oluyor. Öyle olmasa, devlet adamı zannettiğimiz bir bakan, kendi alanı olmasa bile tepetaklak giden ekonomi hakkında çocukların bile inanmayacağı hikâye anlatmaya kalkar mı? Karşısındaki kalabalığın alkışlarla, sevinç çığlıklarıyla karşılayacağını bilmese, “…Temmuz ayından itibaren benim ülkemin ekonomisi öyle bir atağa kalkacak ki, öyle bir sıçrayacak ki, öyle bir büyüyecek ki…” der mi?
Yine devlet adamı zannettiğimiz cumhurbaşkanı yardımcısı Türkiye’nin uçan arabalar konusunda dünya lideri olacağını söyledi. Aklını kullanan bir bilim insanı da dayanamayıp itiraz etti. “…Altyapısı olmayan üretimlerle liderlik olmaz. Kulağa hoş geliyor ama halkımıza gerçekleri söylemek daha doğru.” diyor. Bir bakan da bu bilimsel akla ‘çürümüş zihniyetin temsilcisi’ diyerek ancak hakaret edebiliyor. Yani doktoru boşver, sen aşçının söylediklerine bak diyor.
İlk yazıdaki son sorumu tekrarlamak istiyorum. Türkiye’de en son ne zaman bir devlet adamı gördünüz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi