Devlet hata mı yapar, suç mu işler?

Bu soruya verilecek yanıt; nerede durulduğuna, yani pozisyona bağlı olarak değişebilir. Verilecek her iki cevap da yapılmış bir yanlışın ikrarı manasına geleceği için kabul görebilir ve makul karşılanabilir. Ancak “soru”nun bütünüyle reddedilmesi ve devlet aygıtının tüm suçlardan ve hatalardan azade, kusursuz bir imge olarak ortaya konulması, dürüst bir yaklaşım olmayacağı gibi tarihsel gerçekleri de inkâr etmek anlamına gelir…

Şöyle kısaca 20 ve 21. yüzyıl dünyasına bakalım… Almanya’nın, Nazi dönemi uygulamalarını; İngiltere’nin, Hindistan’da yaptıklarını; Amerika’nın, Hiroşima’da, Vietnam’da, Ortadoğu’da yol açtığı tarihi trajedileri; Çin’in, Uygur Türklerine layık gördüğü zulmü; Sovyet Rusya’nın, Gulak kamplarında yaptığı katliamı; Halepçe’yi kim inkâr edebilir? Her ne kadar kişilere mal edilmeye çalışılsa da bu eylemler, devletlerin kurumsal çatısı altında köklenen ve filizlenen kötülüğün hazırladığı tarihsel süreçlerin sonuçlarıdır. Yaşadığımız topraklarda da şiddeti tartışılıyor olsa da, suç veya hata kapsamında ele alınabilecek tarihi olaylar yaşanmıştır, bundan sonra da yaşanması muhtemeldir.

Ukrayna-Rusya Savaşı’nda, Rus tarafının kimyasal silah kullanmasından kaygı duyuluyor. Zaten kendileri de bunu net bir dille inkâr etmiyorlar. Belli bir hedefleri var ve gerçekleştirmek için gerekirse bunu yapacak potansiyele de sahip olduklarını biliyoruz. Görüldüğü üzere daha 20. yüzyılın başlarında imzalanmış olan uluslararası sözleşmeler dahi devletleri dizginleyemiyor. Peki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Zap, Metina ve Avaşin bölgelerinde kimyasal silah kullanmış olabilir mi? İnkâr edilmeden evvel, devletin kurumsal ciddiyeti ile irdelenmesi ve bir kusur var ise hesap sorulması gereken bir meseledir bu.

Devletin tepesi ve savunma politikalarından sorumlu olan kişiler, biraz da refleks olarak, hızla tepki gösterdiler. Böyle olması da son derece normaldir, çünkü bu durum şeffaf bir iç denetim yapılarak aklanmaya mani değilse de Esad’ı aynı fiil ile suçlarken böyle bir cesaret göstermek iç ve dış konjonktür açısından, en azından kolay değildir. Ana Muhalefetin de bu konu ekseninde –birçok konuda olduğu gibi– siyasi iktidar ile aynı çizgide açıklamalar yaptığını gördük. Kendi söylemleri ile “Silahlı Kuvvetler”e veya “Mehmetçik”e bu yakıştırmaları yapanları payladılar ve kınadılar. Bu tutum resmi ideolojinin gereği olan ve esasen toplumun huzuru ve mutluluğu için var olan kurumları veya nesneleri “kutsallık” zırhına sararak dokunulmaz kılma esasına dayanan söylem dilinin ta kendisidir.

Böyle bir iddianın ortaya atılmış olması devletin bir kurumunu veya tümden devleti karalamak manasına gelmez. Diyarbakır Cezaevi’nde, insan onurunu ayaklar altına alan şahıs, silahlı kuvvetlere mensup bir rütbeli idi. Hatırlatsanız; JİTEM isimli, devlet adına kirli işler yapan ve birçok cinayetin faili olduğu ortaya çıkan yapıyı kuranlar, eylemleri planlayanlar ve bunun için gayrimeşru ilişkileri tesis edenler silahlı kuvvetlerin kurumsal çatısı altındaki insanlardı. Her ne kadar bazı devlet büyükleri işlenen cinayetleri kategorize ederek devlet adına olanlarını meşrulaştırma hadsizliğini göstermiş olsalar da, bu eylemler devlet kurumları içindeki kliklerin marifetiydi. TSK içine sızmış olan bir örgütün daha birkaç sene önce Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni bombaladığını, eski MİT yöneticisi Mehmet Eymür’ün daha birkaç ay evvel yayınladığı “ölüm listeleri”ni de unutmayalım. Her neyse, neyin ne olduğu biliniyor, çerçeveyi daha fazla genişletmenin de gereği yok.

Bahse konu iddiaları gündeme getiren TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı tutuklandı. Niyet okumaya çalışmanın gereği yok. Şebnem Hanım’ın söyledikleri, fikir ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmelidir. Her ne kadar devleti yönetenler tarafından teröristlikle yaftalanıp, temsil ettiği kurumun kapatılması gerektiği söylense de kendisi bir tıp doktoru, sivil toplum örgütü başkanı ve aynı zamanda da insan hakları savunucusudur. Taşıdığı kimlikler dolayısıyla da bu tip açıklamalar yapması doğaldır.

Ancak araştırılması gereken bir konunun, önemli bir STK başkanı tarafından gerçekmiş gibi ortaya konulması doğru değildir. Muhalefetin, kültür çatışmaları üstünden “sarı muhalefet” yapmakta ısrar ettiği bir dönemde her türlü haksızlığın ve hukuk ihlalinin karşısındaki tartışmasız güç, sivil toplum örgütleridir. Özellikle böyle bir dönemde, insani ve etik değerlerin teminatı durumunda olan STK’ların yöneticilerinin iletişim dillerine de, konuştukları mecraya da dikkat etmeleri ve iktidara “kapatma veya pasifize etme” kozunu vermemeleri gerekmektedir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Boray Acar Arşivi