Devletin Şiddetinden Şiddetin Devletine

Devletin Şiddetinden Şiddetin Devletine
Toplumun hem bireyler/gruplar arası şiddeti hem de otorite tarafından sistematize edilen şiddeti meşru/olağan görmesi, şiddete uğrayan kesime karşı empati göstermemesi, şiddeti uygulayan kişilere özgüven vermekte. Adana olaylarında...

Toplumun hem bireyler/gruplar arası şiddeti hem de otorite tarafından sistematize edilen şiddeti meşru/olağan görmesi, şiddete uğrayan kesime karşı empati göstermemesi, şiddeti uygulayan kişilere özgüven vermekte. Adana olaylarında polisin kameraların önünde görüntü alanlara aldırmadan şiddetin dozunu artırması sanırım bu özgüvenle açıklanabilir.

Şiddet toplumun eski tarihlerden beri bir parçası olarak süregelmiştir. Hatta modern öncesi toplumlarda şiddet her yerde hazır ve nazırdır, gündelik hayatın bir parçasıdır ve alenidir.[1] Görünür bir eylem olarak şiddet, kendi meşruiyetini çoğu zaman dönemin hâkim paradigmasına yaslanarak sağlıyor. Din, devlet, mitoloji vs. gibi görünür nizam sağlayan kurumsal yapılar şiddetin araçsal zemini olabiliyor. Şiddetin meşru hale gelmesi için bu paradigmalardan herhangi birinin toplumsal olanı ikna kabiliyetinin devreye girmesi hem geçmişte hem de bugün sıkça karşımıza çıkan bir durum. Örneğin antik Yunan toplumunda Tanrılar şiddetin meşru kaynağı olarak görülürdü ve şiddet ancak ‘hak’ edildiğinde ortaya çıkan bir ıslah aracı olurdu. Kuzey rüzgârı Boreas, bir Tanrı olarak tatlı sözlere başvurmuştu örneğin; ama daha sonra bunun fayda sağlamayan bir yol olduğunu görmüştü: “…ama tatlı sözlerle hiçbir fayda sağlamadığında öfkeyle kabarıp… ‘Öyle ya, hak ettim!’ dedi. ‘Neden silahlarımı bıraktım ki vahşiliğimi ve gücümü hem öfkemi hem tehditkâr ruhumu ve ricalar ettim bana yarar sağlamayan? Bana güç uygundur…”[2].

Tanrılar için şiddet, yola gelmesi mümkün olamayan toplumları ıslah etmede veya yolunda gitmeyen işleri yola koymada olağan bir enstrüman olarak ön plana çıkıyor. Daha sonra krallar ve imparatorlar tarihinde de şiddetin güç istencinin olağan arkadaşı olarak ilerlediğini görüyoruz. Düşmanlarına karşı güçlü ve şerefli görünmek isteyen imparatorların tahtlarını kan göllerinin üstünde yükselttikleri tarihi anlatının sıradanlaştırdığı bir vakalar zinciri olarak önümüze çıkıyor. Burada bir özne olarak iktidarın şiddeti yaratma biçiminin ve onu görünür/konuşulur/duyulur hale getirmesinin düzen ve disiplin kavramları ile şekillendiğine şahit oluyoruz.

Görünür Kılınan Şiddet
Şiddetin görünürlüğü güç aygıtının meydan okuması olarak önemlidir. Bu anlamıyla görünür şiddet ve şiddetin görünmesi iki ayrı konudur. Devlet şiddeti görünür kılmak ister. Görünen ve denk gelinen şiddet bireyin tiksinç bir tepkiyle karşı durmasını sağlayabilir. Ama görünür kılınmak istenen şiddet, disiplin ve güç eliyle ıslahın meşru dayanağıdır. Görünür şiddetin karşısında durabilecek yegâne aygıt hukuktur. Devlet şiddete başvurduğunda hukuk, mağdurun şiddete karşı sığınabileceği ahlaki alanları inşa etmekle sorumludur. Ama şiddetin kendisinin yarattığı bir özne olarak devlet, onu hukuku yazanlar gözünde meşrulaştıracak argümanlar üretmeye başlar. Kışkırtma, provokasyon gibi sebeplerin ‘hafifletici’ sıfatı ile nitelenmesinin nedeni budur.

Bir diğer meşrulaştırıcı mesele olarak şiddetin konuşulması toplumsal zeminde, geleneksel hukuk denilen örfi zeminde şiddetin onaylanması için önem arz eder. Toplumun, devletin tüm yapıp etmelerini onaylamasının yolu, onun sokakta konuşulması ve sıradanlaştırılmasıdır. Şiddet, devletin kendini savunması ve bu savunma hakkını her daim elinde tutması gerektiği düşüncesiyle sıradan insanların gündelik hayatlarına girer. Sokakta, çarşıda, pazarda şiddet gören kişi veya grupların devletin karşısında durmaları gereken noktayı kavrayamadıkları konuşulur. Konuşuldukça da devlet kendi meşru zeminini gündelik hayatta inşa etmiş olur.
Üçüncü başlık olarak şiddetin duyulması, onun toplum zemininde etik hatta teolojik zeminini inşa etmesi ile alakalıdır. Otorite için “şüyuu vukuundan beterdir” algısı tam tersi işler. Yani bir olay olmamış olsa dahi duyulan ve konuşulan yaygın bir haber haline gelmesi, otoritenin kendiliğinden inşasını kolaylaştırır. Bu açıdan “devletin sopasının” bir efsane veya mitoloji olarak işlenmesi bile önemlidir. Anlatının hitap etmek istediği duygu ise vicdan ve dini inanışlardır. Şiddet vicdanlara işlediğinde ve dini söylem tarafından meşruiyet kazandığında artık onu durdurmak mümkün olamaz. O artık inanış ve yaşayış biçimi ile bir kültür haline gelecektir.

Damgalama ve Kamu Güvenliği
Türkiye uzunca bir süredir otoritenin farklı kesimlere uyguladığı şiddeti konuşuyor. Aslında sistematik olarak kolluk kuvvetlerinin belirli kesimlere oldukça acımasız davrandığına şahit olurduk. Ama en son Adana’da Furkan Vakfı üyelerine uygulanan şiddet bize bizatihi şiddetin yarattığı bir ‘devlet’ şeklini gösterdi. Şiddeti uygulayan güvenlik güçlerinin güçlü motivasyon kaynakları olduğuna şahit olduk. Bu motivasyon, karşı tarafın ‘düşman’ veya ‘öteki’, ‘terörist’ sıfatları ile “damga”lanması olmadan ortaya çıkamazdı. Damga kavramı Goffman’a göre ilk defa Yunan toplumu tarafından işaret edilen kişinin ahlaki statüsünde olağandışı veya kötü ne varsa ifşa etmeye yönelik bedensel işaretleri kastetmek için kullanılıyordu.[3] Toplumun devlet şiddetini meşrulaştırmasının ilk ve en önemli yolu damgalama yoluna gitmesidir. Damgalanmış bireyin artık kendi çevresi de dahil olmak üzere toplumsal ‘normal’e dahil olabilmesi mümkün olmaz. Böylece onun üzerinde yapılan tüm uygulamalar olağan karşılanmaya başlar.
Kamu güvenliği ifadesi, eylemin sıradanlaşması için elzem bir ifadedir. Damgalanmış birey kamu için bir tehlike olabileceğinden veya toplum sağlığı/huzuru/güvenliği açısından tehlike arz edebileceğinden devlet ‘meşru şiddet’ hakkını kullanmaya başlar. Adana olayında şiddetin kendi sınırlarını aşan yapısı, oradaki eylemcilerin tek tek bireyleri değil toplumu tehdit etmesi ile açıklanmaya çalışıldı. Bir terör örgütü ile ilişkilendirmek bu tehdidin bertaraf edilmesinde kullanılan metodu görünmez kılacaktır. Aslolan şey artık sadece sebep ve sonuçtur. İşkence veya şiddet ıslah etmeyi hedeflemez otoriter devletler açısından. Onun amacı kurbanın canını yakmak, onurunu ve direncini kırmaktır.[4] Böylece onuru kırılan birey toplumdan dışlanır ve örgütlenme hakkı elinden alınır. Yalnızlaşan kişi veya grupların otorite tarafından baskılanması daha kolaydır.

Şiddeti Besleyen Kamusallık
Weberci bir devlet yorumuyla devletin şiddeti tekelinde bulundurması, onun tek ve mutlak güç olarak kendini inşa etmesine neden olur. Ama otoriter devletlerde şiddet devletin bir enstrümanı olmaz, tam aksine devlet şiddetin mekânı haline gelir. Şiddet, hukuk gibi devamlılık ve süreklilik ile ayakta kalabilir. Onun için şiddet, iktidarların düşmanlarını yaratmak zorundadır. Yarattığı düşmanı tanımlamak ve biçim vermek de şiddetin iradesindedir. Böylece toplum şiddeti besleyen ve büyüten kamusallığa dahil olmuş olur.

Bu kamusallığın en önemli ayaklarından biri de hukuk sistemidir. Şiddeti görünür kılan otoriteye karşı hukuk, onun sonuçlarını görünmez kılmakla görevlidir. “Siz yapın hukuk geriden gelir!” sözü burada anlam kazanır. Kamu düzeninde ‘sıradanlaştıran’ hukuk sistemi, toplum vicdanında meşrulaştıran ‘dini’ söylemdir. Sistemin öteki kalıbına giren her kesim hukuken ‘sakıncalı’, dinen ‘istismarcı’ veya ‘münkir’ olarak nitelenir. Burada dinin asıl olarak ne söylediğinin önemi olmaz, çünkü resmi dini söylem onu esir almıştır. Mesele tabii ki din ve hukukla sınırlı da kalmıyor. Türkiye’de şiddete uğrayan etnik veya dini kimliklere karşı sanat camiası da genelde ‘devlet’in yanında durmayı tercih etmiştir. Bu anlamıyla şiddeti tekelinde bulunduran mekanizma kendi sanatını, hukukunu, dinini ve kültürünü teorik ve pratik olarak inşa etmeyi başarabilmiştir. Böylece bireyler ve gruplar özgür olamazlar ve kendi anlayışlarını geliştiremezler. Ne şiddet ne de iktidar ötekini kendi haline bırakabilir.[5] Ayrıca devletin denetim ve yönetim argümanının da işlevsiz kalmaması gerekir. Çünkü onu ayakta tutan ‘beka’ söylemi tam olarak denetim ve otorite kurmayla alakalıdır.
Sonuç olarak Türkiye’de devletin yakın geçmişte kendi tarihiyle hesaplaşma içine girerek başlattığı bazı açılımlar bir süredir akamete uğradı. Çoğu kişiye göre devlet kendi ‘öz’üne döndü. Ama şiddet ile kurgulanmış tarihi ile hesaplaştığı dönemde kaydedilen toplumsal huzur ve barış ortamı ekonomiden siyasete pek çok alanda bir esneklik üretmişti. Bugün gelinen noktada yapılan hesaplaşmanın yapay ve içselleştirilmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Kendi toplumsal zeminine sirayet edememiş bu atılım sonrasında daha büyük şiddet söylemlerinin de ortaya çıktığını görüyoruz. Toplumun hem bireyler/gruplar arası şiddeti hem de otorite tarafından sistematize edilen şiddeti meşru/olağan görmesi, şiddete uğrayan kesime karşı empati göstermemesi, şiddeti uygulayan kişilere özgüven vermekte. Adana olaylarında polisin kameraların önünde görüntü alanlara aldırmadan şiddetin dozunu artırması sanırım bu özgüvenle açıklanabilir. Ayrıca toplumu ikna etmekle görevli bürokratların şiddet uygulanan topluluğu başka ‘terör’ grupları ile iltisaklı göstermesi de olayın meşru zeminini inşa etmeyi hedefliyor.
Devleti merkeze alarak onun her eylemini olağanlaştıran bürokratik aklın güç zehirlenmesi yaşaması da başka türlü problemlerin habercisi olmalıdır. Öteki tanımı yapan hukuk sisteminin, dini yorumların, kültür anlayışlarının vs. tanımlama biçimlerinin çok kaygan bir zeminde olması şiddetin her an başka bir gruba karşı kullanılacağının da göstergesi. ‘Terör’ gibi çok hassas bir kavramın tanımının otorite ve iktidar sahiplerince çok esnek kullanılması, şiddetin toplumun gözünde kamu güvenliği gibi bir zaafla örtülmesine yol açıyor. Bourdieu’nun simgesel şiddet kavramsallaştırması, şiddetin fail ile yapı arasında kurulan ikili bir inşa süreci olduğunu ve bunun sözlerdeki yönetsel ve buyurgan içeriğin hitap ettiği bireylerin algısında normalleşmeye yol açtığını söyler.[6] Bu normalleşme bir rıza imalatı ekseninde otorite ile otoriteye boyun eğen arasında pürüzsüz bir söz birliğini ortaya çıkarır.
[1] Han, Byung-Chul (2021). Şiddetin Topolojisi. Çev. Dilek Zaptçıoğlu. İstanbul. Metis Yayınları.
[2] Publius Ovidius Naso. Dönüşümler I – XV. Çev. ve Yorumlayan: Asuman Coşkun Abuagla. İstanbul. YKY. VI. Kitap, 680-690. Sf. 173.
[3] Goffman, Erving (2014). Damga; Örselenmiş Kimliğin İdare Edilişi Üzerine Notlar. Çev. Ş. Geniş – L. Ünsaldı – S.N. Ağırnaslı. Ankara. Heretik Yayınları. Sf. 29
[4] Michaud, Yves (1991). Şiddet. Çev. Cem Muhtaroğlu. Ankara. İletişim Yayınları.
[5] Byung-Chul Han, 73.
[6] Ölçer, Hamit (2019). Pierre Bourdieu sosyolojisinde simgesel şiddet sorunsalı ve biçimleri. Nosyon: Uluslararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi, 2, 34-49.

M. MÜCAHİD SAĞMAN