Diyanet, Nakşilik ve Vahhabilik

Cübbeli zaten uzun zamandır Diyanet denilen iktidar topunun ağzındaydı. O da şimdi yakaladığı bir fırsatı değerlendirmeye çalışarak, Vahhabilikle Diyanet’in hemhal hale geldiğini işaret edip sıkı bir karşı-atak başlatıyor. O biliyor ki Vahhabilik, sadece bir Sufi-tarikat çevresi olarak Nakşibendilik bağlamında değil, bu topraklarda Selçuklu’dan Osmanlı’ya sahiplenilen-yüceltilen İslamî anlayış ve pratiğe düşman bir İslam-içi çizgi, İslam-içi rekabet ve İslam-içi çatışma odağı olarak neşvünema bulmuştur. Vahhabilik, yaşadığımız coğrafyada Sünni İslam söz konusu olduğunda en öncelikli “içerdeki öteki”dir.

Cübbeli Ahmet’in Sakarya’da bir camide Kuveytli bir imamın Vahhabi-meşrep vaazı nedeniyle Diyanet’e karşı neredeyse feryat figan ederek “İç savaş çıkabilir” hezeyanında bulunması hafta içinde çok konuşuldu.

Bunun bir taraftan Cübbeli için gayet başarılı bir medyatik strateji olduğu söylenebilir. Bilindiği üzere Büyükşeyh Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ölümünden sonra İsmailağa Nakşibendi Cemaati bünyesinde bir isim (Hasan Kılıç) yeni şeyh olarak anons edildi. Bununla birlikte Mahmut Hoca’nın hanidir bir “iktidar simülasyonu”, yani olmayan bir iktidar varmış gibi gösterilerek dolaşımda tutulması karşısında pek çok isim ondan sonrasında “postnişin” olmak (posta oturmak) için hazırlık yapmaktaydı.

“MEŞ (medya-eğlence-şov) Çağı’nda Nakşiliği hem medyatikleştirmiş hem de magazinelleştirmiş en etkili figür, bir “Nakşi popstar” olan Cübbeli de bu “posta oturmak” isteyen isimlerden biridir. Dolayısıyla onun şu ara gündem olan Diyanet ve Vahhabilik ilişkisi üzerine yaptığı çıkışın bu dinamik çerçevesinde de tartışmaya açılabileceği kanaatindeyim.

Diyanet’in Cübbeli-karşıtı deklarasyonu

Bunun yanı sıra elbette “Tayyibî Diyanet”e karşı yıllardır hep seküler toplum kesimlerinden gelen rahatsızlık, öfke ve tepkiler düşünüldüğünde şimdi bir dinî cemaatin önde gelen ve “spektaküler” (göz dolduran) bir isminin aynı Diyanet’e yönelik yükselen tepkisi de üzerinde durulmaya değer bir noktadır.

Diyanet, epey bir zamandır “doğru/gerçek İslam” tekelini elinde bulundurmak için, dinbaz iktidar terkisinde her şeyi yapıyor. Nitekim üç yıl önce, 2019’da onun kendi bünyesinden (Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan) çıkış bulduğu söylentileri eşliğinde, üzerinde “Çok Gizli” ibaresi bulunan bir rapor ifşa olmuştu. Orada dinbaz-küfürbaz tek adam rejiminin “Ulemâ-i rüsûm”u, ülkede alternatif, daha doğrusu “merkezkaç” İslami oluşumlar ve isimlere yönelik bir “güvenlikçi” tavrı dışa vurmaktaydı. “Dinî-Sosyal Teşekküller, Geleneksel Dinî-Kültürel Oluşumlar ve Yeni Dinî Yönelişler” başlıklı rapor için tam bir “dinî-ortodoksi deklarasyonu” demek mümkündü.

“Fetöfobi”ye dayalı söz konusu raporda Cübbeli’ye dair de hayli ağır ifadeler yer almaktaydı. Onun ayrıştırıcı, kışkırtıcı, dışlayıcı, ötekileştirici ve tahkir edici bir yaklaşıma sahip olduğundan bahisle, maksadını aşan laflar ettiği, dini ticarete alet ettiği ve Müslüman nesillerin ufkunu daraltarak hurafe ve menkıbeye dayalı bir dinî söylem tutturduğu öne sürülmüştür.

“İçerdeki öteki”: Vahhabilik

Bu çerçevede Cübbeli’nin zaten uzun zamandır Diyanet denilen iktidar topunun ağzında olduğunu söylemek mümkün. O da şimdi yakaladığı bir fırsatı değerlendirmeye çalışarak, kanaatimce biraz da abartarak, bu coğrafyaya en muarız ve hasım İslam anlayışı olan Vahhabilikle Diyanet’in hemhal hale geldiğini işaret edip sıkı bir karşı-atak başlatıyor.

Cübbeli biliyor ki Vahhabilik sadece bir Sufi-tarikat çevresi olarak Nakşibendilik bağlamında değil, onu da aşkın mahiyette bu topraklarda Selcuklu’dan Osmanlı’ya sahiplenilen-yüceltilen İslamî anlayış ve pratiğe düşman bir İslam-içi çizgi, İslam-içi rekabet ve İslam-içi çatışma odağı olarak neşvünema bulmuştur.

Vahhabilik, yaşadığımız coğrafyada Sünni İslam söz konusu olduğunda en öncelikli “içerdeki öteki”dir.

Şimdi bunu açalım!..

Osmanlı nefretinden çıkan Vahhabilik

Vahhabiliğin hamurunda Osmanlı nefreti vardır.

18’inci yüzyılda ortaya çıkmış “püriten” bir hareket olan Vahhabilik, adını Muhammed bin Abdülvahhab’tan (ö. 1787) alır. Necid’de doğmuş, Medine’de eğitim görmüş Abdülvahhab, İran, Irak ve Hicaz’da ilmini geliştirmek amacıyla bulundu ve bu ziyaretleri sonucunda Müslümanların İslâm’ın özünden ayrıldıkları, bunun sorumlusunun da Osmanlı olduğu kanısına vardı. Sonuçta da başlangıçta var olan İslâm’ı yalnızca Arapların canlandırabileceğini ileri sürdü.

Bu doğrultuda Abdülvahhab, Necid’de dönemin güçlü yerel siyasi lideri İbn-i Suud’la ittifak içerisine girmiştir. İbn-i Suud ve takipçileri onun öğretisini kendi güçlerini Arap topraklarında Osmanlı aleyhine genişletmek için kullandılar. Hareket, baştan itibaren Osmanlı İslâm’ına, onun farklı kültürel gelenekleri bireşime sokan yapısına şiddetle saldırdı. Bu çerçevede tasavvuf ve tarikatlar da en belirgin ve öncelikli hedef seçildi.

Tarikatları lanetleyen Vahhabilik

Tarikatlar Osmanlı’da İslâm’ı halk katında temsil edip hayata geçiren oluşumlar, buna bağlı olarak da sarayla toplum arasında köprü kurumlardı. Vahhabilik, İslâm içinde ortaya çıkmış her tür kültürel “girdi” ya da yenilikten bu kurumları sorumlu tutmuş, onları İslâm-dışı aşırılıklarla, dine aykırı uydurmalarla (bid’at) içli dışlı saymıştır.

Bu doğrultuda aslî Vahhabi eylemi, şeyh-evliya türbelerinin yerle bir edilmesi oldu. Vahhabilere göre insanlar buralara kutsiyet atfetmekteydi. İş o raddeye varmıştır ki Hz. Muhammed’in Medine’deki kabrinin bile tahrip edilmeye çalışıldığı belirtilir. Peygamber dâhil, ölüye yönelik, mezar başında dua edip şefaat dilemenin şirk (Allah’a eş koşmak) olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Vahhabilik yalnız Kur’an ile hadisleri dayanak alır, Peygamber’den sonra geliştirilmiş her uygulamayı bid’at sayar ve İslâm’da felsefe, teoloji, tasavvuf gibi mistik-entelektüel eğilimleri reddeder. Tarikatları da lânetler.

Vahhabiliğin ana rahmi: Selefilik

Selefilik için ise Vahhabiliğin “ana rahmi” denilebilir. Ancak sadece Muhammed bin Abdülvahhab’ı değil, günümüze gelene dek pek çok İslâm âlimi, düşünürü, entelektüeli, aktivist ve militanını da doğurmuş bir rahimdir bu.

Yelpaze o kadar geniştir ki onun içinde yer alan karakter ya da hareketler bile yekdiğerini Selefilik-dışı sayma noktasına varabilir. Kimilerince 19’uncu ve 20’nci yüzyılların modernist İslam düşünürleri, Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza da bu yelpazeye dâhildir. Kimileri ise onları dışarıda tutup Hasan el Benna, Seyyid Kutub ve Mevlâna Mevdudi gibi daha radikal bir siyasi-ideolojik enerjiye sahip isimlerle onların öncülük yaptığı hareketleri bu yelpazede sayar. Ama bunları dahi yelpaze-dışı sayanlar karşımıza çıkabilir.

Yelpazenin en ucunda ise Usame bin Ladin gibi isimleri, El Kaide, IŞİD gibi cihatçı tedhiş örgütlerini bulmak mümkündür. Söz gelimi birazdan üzerinde durulacak olan İbn-i Teymiyye, El Kaide’nin kurucusu Usame bin Ladin’in de ilham kaynağıdır. Bin Ladin, görüş ve savlarını İbn-i Teymiyye’den referanslarla beslemiş, desteklemiş, güçlendirmiştir.

İslam’da fundamentalizm: Selefilik

En ılımlılarından en radikallerine kadar modern dönemin bu İslami şahsiyet ve hareketlerini “Selefi” başlığı altında değerlendirebilmeyi mümkün kılan nokta, onların hepsinin reformist ve “fundamentalist” bir performansla İslâm’ın temel-orijinal prensiplerine dönülmesi noktasındaki mutabakatlarıdır. Selefilik için İslâm, Kur’an ve hadislerden (nass) ibarettir. Bu, kitabî bir püriten anlayıştır. İslâm tarihi boyunca ortaya çıkmış geleneksel ve kültürel katkıları reddeden, yani yaşanmış ve yaşanan “tarihsel” İslâm’dan “ideal İslâm”a geçmeyi öneren bir yaklaşımdır.

Doktrinde kaydedilen “selef”, İslâm’ın başlangıç döneminde yaşamış, Peygamber’i, onun yakınları ve arkadaşlarını veya onları tanıyanları tanımış, bilmiş, gözlemlemiş olanlardır (Selef-i Sâlihîn). Bu dönemin karakteristiği, Peygamber’in aktardığı Allah kelamı (Kur’an) ve yine Peygamber’in yapıp ettikleri-söyledikleridir (hadis külliyatı).

Selefilik işte bu ‘temel’lere geri-dönüş hedefleyen “fundamentalist” bir harekettir. Bu çerçevede o, bir bakıma Hristiyanlıkta Protestan reformizmi ve özellikle Evanjelizm (“İncilcilik”) neyse ve dinsel anlamda ne isteyip hedeflediyse onun İslâm’daki karşılığı olarak da değerlendirilebilir.

İbn-i Teymiyye, İbn-i Arabi’ye karşı

Selefiliğin ilk işaretlerinin hicrî 4’üncü asırdan itibaren bulunabileceği kaydedilmekteyse de onu kristalleştiren hiç kuşkusuz İbn-i Teymiyye’dir (ö. 1328). Moğol istilalarının İslâm topraklarını kasıp kavurduğu dönemin katastrofik şartlarından çıkan bu önemli İslâm âliminin fikriyatı, İslâm’da teolojik, felsefi (mantık dâhil) ve tasavvufi açılımlara kapalı, katı, püriten ve ahlâkçı bir fundamentalizmi önümüze çıkarır.

İbn-i Teymiyye’nin şeyh ve evliyaya yönelimleri, mezar ziyaretlerini ve dahi Peygamber’in kabrinde yapılan dua ve niyazları şiddetle reddeden yanı, Vahhabiliğin ilham kaynağıdır.

Yine de İbn-i Teymiyye’nin tasavvufî İslâm’a hepten düşman sayılamayacağına ilişkin kayıt düşenler de olmuştur. Onun tasavvufa yönelik tepki ve eleştirilerinin aslında İbn-i Arabi ve onun “Vahdet-i Vücûd” anlayışından duyduğu rahatsızlıkla ilişkili olduğu belirtilir. Bu çerçevede İbn-i Arabi’nin özellikle Anadolu-Selçuklu coğrafyasında çok büyük bir saygınlık ve yüceltiye mazhar olmuş bir figür olduğunu kaydederek bu bahsi noktalayalım.

Cehennemlik Vahhabi

Sonuç olarak, “tarihsel İslam”ın reddi anlamında bir “ideal İslam” vaazı olarak ortaya çıkan Vahhabilik, elbette “tarihsel İslam” denince pratikte onun en somut dışavurumu olduğu söylenebilecek tarikatları karşısına almış ve onlara yönelik korkunç bir olumsuzlama ve nefreti dışa vurmuştur.

Ama elbette hisler karşılıklıdır! Sufi-tarikat İslam’ı açısından da Vahhabiler cehennemliktir. Onlar İslam’ın utancıdır ve onların yüzünden Müslümanlar Peygamber’in doğru yolundan (Ehl-i Sünnet) ayrılmış, dünyadaki gelişmelerin gerisinde kalmışlardır.

Bu çerçevede bir Nakşibendi şeyhinin 1990’ların başında cami sohbetinde gözlemleme imkânı bulduğum şu “kuvvetli” sözlerini de burada paylaşalım:

“Birçokları İslam’ı dünyaya kötü tanıtanın Yahudiler olduğunu söylüyor. Tam tersi! Vahhabiler İslam’a Yahudilerden daha fazla zarar veriyor. Peygamber’i sevmeme konusunda Yahudilerden de kötüler. Fikirlerini parayla yayan, Peygamber sevgisiyle savaşan pis insanlar! Münafıklar!.. Onları dinlemeyin! Camilerine gitmeyin! Onlarla birlikte namaza durmayın! Onlarla konuşmayın! Bir sopa alın, kafalarına vurun!..”

İşte böyle… Nakşilik ve Vahhabilik (ve de Diyanet) dendiğinde, İslam’da genelde az üzerinde durulmuş bir başlık olan “İslam-içi ötekilik”in ve İslam-içi kafa-kafaya gelme/kafa-göz yarma arzusunun en ilginç ve çarpıcı örnekleri karşımızda belirmektedir.

(KAYNAKLAR: Tayfun Atay, Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, 2011 [2. Baskı]; Din Hayattan Çıkar: Antropolojik Denemeler, 2021 [9. Baskı].)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi