Doğan Cüceloğlu’dan Clubhouse’a: “Sen neymişsin be Abi!”

Bugün mitolojiye duyduğumuz ilgi, masallara, epik anlatıya, destanlara duyduğumuz ilgi bugünün anlatıcılarını daha önemli kılıyor olabilir mi?

Bu hafta Doğan Cüceloğlu’nun vefatı ile oluşan kollektif şuur, iletişimle ilgili çok temel bazı kavramları tekrar düşünmemi sağladı. Bu kavramlar sıklıkla dile getirilmeli. Onların temel kavramlar oluşu, onları basit kılmıyor. Aynı hissiyata Bir Başkadır dizisini izledikten sonra okuduklarımla da kapılmıştım. Herkesin benzer hissetmeye, insan olduğunu hatırlamaya, ortak değerler üzerinde konuşmaya ne kadar da ihtiyacı vardı. Toplum birbirinden uzaklaştıkça, orta sınıf sündürüldükçe ortak değerlerimiz üzerine de konuşmak oldukça zorlaşıyor.

Eskiden kendimize benzeyen karakterlerle sık karşılaşıyorduk dizi ve filmlerde. Örneğin Bizimkiler dizisindeki karakterler çoğunlukla, bizim gibi, apartmanlarda oturan orta sınıf ailelerdi. Onların hayatlarıyla empati kurabilmek daha kolay olsa da yalılarda yaşanılan hayatlara sadece öykünerek bakılabilir. Aradaki fark o kadar açılır ki, siz bir fotoğrafa bakıp “evine dönen, karantina var” yazarsınız. Cevap “sakin ol champ’, evdeyim” diye geliverir. İnsanlar birbirinden sosyal, kültürel ve ekonomik olarak uzaklaştıkça da dinlemek ve anlatmak zorlaşır. Çünkü anlama zemini ortadan kaybolur.

Mesafeler arttıkça sözlü anlatıyı geri çağıran uygulamalara bağlanmamız bu sebeple açıklanabilir mi? Ya da Doğan Cüceloğlu gibi herkesin anladığı dilden ve herkeste ortak olan duygulardan bahsedebilen, bunları olanca yalınlığıyla ve gücüyle ortaya koyabilen kişilere duyulan bu ilgi?..

Dinlemek altın değil miydi?

Herkes birbirini dinlemenin öneminden bahsetse de aslında kimse bir diğerini dinlemiyor. Anlatmaya, kim olduğumuzu söylemeye, konuştuklarımızı bir başkasının dinlemesine çok ihtiyacımız var. Onlar dinlemedikçe her birimiz kendimizi Primo Levi’nin kitabında anlattığı tutsaklar gibi hissediyoruz aslında. Levi “Boğulanlar, Kurtulanlar” kitabında savaşın ardından evine dönebilen tutukluların sözlü ve yazılı anılarında ayrıntıları değişse de, özü aynı olan bir rüyayı paylaştıklarını anlatır. Rüyada, eve dönenler, tutkuyla ve rahatlama arzusuyla, geçirdikleri acıları anlatmak ister. Ama karşısındaki onları dinlemez. Rüyanın en tipik yanı ise şudur; Konuşulan kişi arkasını döner ve sessizce uzaklaşır. Aslında kimse bizi dinlemediğinde tam da böyle hissediyoruz.

Bugün sosyal medyada bir paylaşım gördüm. Bir kişi “doçent oldum” diyor. Altındaki yorumlar gerçekten çarpıcı. “Ben de oldum ama olmadan 6 ay önce annem öldü, hatta profesör olmadan önce de babam. Umarım siz kutlayabilirsiniz.” Anlatma ihtiyacının yeri ve zamanını şaşırdığı, anlatılamayan travmanın, yön bulamayan yasın başsız kaldığının örneği gibi geldi bana. Okuyunca çok üzüldüm. Keşke dedim, arayıp dinleyebilsem onu sadece!..

Doğan Cüceloğlu’nu podcast’lerinden dinledim. İletişim psikolojisi çalıştığını biliyorum ama insanlara dokunan sözlerini bir kere daha duymak istedim. Temel kavramları basit bir dille anlatma becerisine sahipti. Bilgi ve kültür sahibi birinin vermeye imtina edebileceği örnekler veriyordu. “Halbuki sen kadın kısmı konuşmaz diye bağırırsan….” diye devam ediyordu örnek mesela. Bana kalırsa erkek bir bakışı olduğu muhakkaktı. Ama sanırım amacı daha büyük bir gruba seslenebilmek adına kelimelerini daha yalın ve anlaşılır kılmaktı.

Ortak paydayı büyütmenin  tek bir yolu vardır: Herkesin anlayabileceği bir dil kullanmak. Şöyle bir örnek vereyim. Bana futbol ile ilgili anlatılanlar, dinleyici olarak beni dışlar. Örneğin beni işin içine katabilmek için, futbolu değil ama futbolun kültürünü anlatmak ve bunu mümkün oldukça terimlerden uzak durarak yapmak gerekir. Benim gibi yüzlercesi vardır. Dolayısıyla herkese hitap edebilmek adına kavramları, terimleri mümkün olan en basit haliyle anlattığınızda ancak dinler-kitlenizi arttırırsınız.

Kültürel elitin dili

Çoğu zaman kültürel elit dışlayıcı bir dil kullanıyor. Çoğu zaman, bu dili dışlayıcı olmak adına yapmıyor bana kalırsa. Dedim ya, makas çok açılıyor. Ekonomik olarak alt ve üst sınıf arasındaki derin uçurum kültürel olarak da var. Hatta kültürel elitin nereye gideceğimizi söylemesinin, uyarmasının, eleştirmesinin bile zaman zaman yanlış anlaşıldığını sanıyorum. Yine aynı kitaptan örnek vereyim. Lager’lerde yaşayan tutukluların çoğunun Almanca dilini bilmediğini, götürüldükleri yer hakkında en ufak bir fikirlerinin olmadığını, kapının dışında hangi ülkenin olduğundan bile habersiz olduklarını, bir gün kaybolan arkadaşlarının nerede olduğunu, onu bir daha görüp göremeyeceklerini bilmeyen bir şuursuzluk içinde yaşadıklarını anlatır.  Başka bir deyişle, “insanlar şiddet ve tehditten oluşan büyük bir yapının kendilerine hükmettiği duygusu içindeydiler ancak bu yapının nasıl bir şey olduğunu gözlerinde canlandıramıyorlardı, gün boyunca bin bir ayrıntıyla uğraşma zorunluluğu gözlerini bağlamıştı”.

Tüm gün bir çukura bakarsanız, gözünüz ve dünyanız sadece o çukur olur. Bunun dışında olanlara giderek anlam verememeye başlarsınız. Size gelip bu çukura bakmamanın önemini, çukura bakmazsan başarabileceklerini felsefeden, psikolojiden, edebiyattan örnek vererek anlatana da burun kıvırabilirsiniz. Orada başarı, belki de çukura bakan insanın diliyle konuşabilmektir.  

Bir diğer konuda bellek ve hatıra ile ilgili olandır. Sadece yaşadığınız, yazıya dökemediğiniz bellek için değil hatırlama için mümkündür. Tutukluların içinden, o kamplardan kurtulanlar oldu. Bazısı bunu yazıya döktü. Yazı hatırlamayı mümkün kıldı. Hatta Platon, Phaidros diyaloğunda bunu anlatır. Yazıyı keşfeden Theuth, firavuna buluşunu anlatır. Ve ona, bilginin ve belleğin ilacını bulduğunu söyler. Firavun ise harfleri öğrenenlerin artık belleklerini kullanmayacaklarını söyler. Unutkan olacaklarını, kendi kendilerine hatırlama becerilerinin kaybolacağını ve hatırlamalarına gölge düşeceğini anlatır. “O halde sen bellek için değil, hatırlama için bir ilaç buldun” diye uyarır Theuth’u.

Umberto Eco bu süreci anlatır. Yazının, iyi ve yararlı olanın öldürüleceği korkusu olarak görüldüğünü söyler. Ünsal Oskay da anlatır bu konuyu. Bilginin tasnifinin, kategorizasyonunun sadece belleğin olanağına bağlı kalmayışının önemini vurgular. İletişim tarihi okuyan herkes bu isimlere aşinadır. Ancak onları tekrar ve tekrar okuyup hatırlamakta ve iletişim fakültelerinin ilk yıl derslerinde işlenen “Yazılı ve Sözlü Kültür” konusunun nasıl herkesi ilgilendireceğini söylemekte fayda var. Doktora tezimi yazarken satır satır altını çizdiğim kültürel belleği anlattığı kitabında ortak bir simgesel anlam dünyasının yaratılma sürecini ve toplumsal birliğe gidiş yolu için döşenen tartışmaları anlatır. Bu konuyu daha iyi anlamak için bu isimlerin hepsini uzun uzun anlamak gerekir.

Ezcümle sözlü kültürde şair olan ozan, yazılı kültürde yaratıcıya indirgenebilir. Efsunlu hikayelere, o hikayelere sadece duyguyla bağlı olmaya ihtiyacımız vardır. Başka bir deyişle yazının getirdiklerini hiç azımsamadan sözlü kültüre sahip çıkmaya ihtiyacımız vardır. Ortak değerler ve simgesel anlam dünyası birbirimizi anladığımızda, dinlediğimizde daha mümkün olabilecektir.

Sözlü kültürden yazılı kültüre

Clubhouse’in sosyal hayatın içine düşmesi ile beraber kafamda sözlü kültürün bir manevrayla yükselişe geçtiğine dair bazı fikirler ortaya çıkmaya başladı. Bu fikirler, Walter Ong’un bu konuda mutlaka okunması gereken kitabında ayrımını yaptığı üzere, yazılı ve sözlü ifade biçimi arasındaki farklara da benziyor. Yazılı kültür ifade kabiliyetini her zaman söze borçlu. Oysa bugün sözlü kültürün biraz-mişli geçmiş zaman gibi hatırlanıyor olmasının sorumlusu da kendisi. Ong kitabında, bir kısmı eleştirilen çok tez öne sürüyor. Ancak karşı çıkmadan önce kulak verilmesi gereken önemde tezler bunlar. Biz bu satırları bir okur-yazar olarak yazıyor ve okuyoruz. Dolayısıyla söz değil ama metin hakimiyetinde bir süreç yaşıyoruz. Ve söz sadece yazının olmadığı yerde mümkün ya da sadece yazının sağladığı teknik olanak var olamadığında imkanlı gibi görünüyor. Yazı, sözü arkaik kılıyor.  Oysa yazı varlığını söze borçlu. Söz yoksa yazı da yok. Söze dönmeye, sözlü anlatılara, belleğine güvenerek anlatan ozanlara ihtiyacımız var. Walter Benjamin masal ve efsanelerin gerilemesini romanın yükselişine bağlar.

Sözlü kültür anlatıcısı kalıplarla, klişelerle bir anlatı kurar. Tekrarlara dayanır. İnsanın bu anlatıları canlı kılmaya, yeni ozanlara ihtiyacı vardır. Bugün mitolojiye duyduğumuz ilgi, masallara, epik anlatıya, destanlara duyduğumuz ilgi belki de bugünün anlatıcılarını daha önemli kılar. Clubhouse gibi anlatmaya ve dinlemeye dayalı platformların twitterdaki “sen yaptın, ben yapmadım, ben yaptım, sen yapmadın” sohbetinden bir adım ileriye götürebilecek olan belki de budur.

Her mümkün, beraberinde çokça namümkünü getirir elbette. Dolayısıyla bu yazı, bir sosyal platform idealize etmek için değil, bür mümkünü ortaya çıkarabilme çabası içindir.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aslı Kotaman Arşivi