“Doğayla savaş halindeyiz. Eğer kazanırsak, kaybedeceğiz.”

Bu yazının başlığını Hebert Reeves’den çaldım. Kanadalı astrofizikçinin bu tespiti yaşaya geldiğimiz doğa felaketlerinin esas nedenini açıklıyor. Bunu anlamak için yüzümüzü biraz olsun bilime çevirmek yeterli olacak.

Biz insanlar gerçekten çok garip varlıklarız. Cahil cesaretiyle doğaya kafa tutuyoruz. Doğanın minicik bir parçası olduğumuzu kabul etmek bir yana, kendimizi onun efendisi sayıyoruz. Daha doğrusu öyle sanıyoruz. Protogoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” sözünü biraz da yanlış anlayıp, kendimizi her şeyin merkezine koymaya çok meraklıyız. Tabii bu düşüncemizin altında, kutsal kitaplarda insanın yüceltilmesi de yatıyor.

Biz kendi kendimizi yücelte duralım, bilim aslında bunun hiç de böyle olmadığını bir tokat gibi vuruyor yüzümüze… National Geographic’in kozmik takvimi bunu net bir biçimde koyuyor önümüze. Bu takvim evrenin ‘Büyük Patlama’yla ortaya çıktığı anı 1 Ocak saat 00:00 olarak kabul ediyor. Şu anda yaşadığımız an ise 31 Aralık saat 00:00. Yani evrenin yaklaşık 14 milyar yıllık tarihini bir yıllık döneme sıkıştırıyor. Bu hesaba göre Güneş Sistemi Eylül’de, Çok hücreli yaşam Kasım’da başladı. İnsanın ataları 31 Aralık akşam saat 21:25’te iki ayağı üzerine kalkıp yürümeye başladı. Yani bundan sadece iki buçuk saat önce. Yine aynı hesapla, yani şu yaşadığımız anın 31 Aralık gece saat 00:00 olduğunu düşünmeye devam ettiğimizde Hz. İsa yaklaşık 4,5 saniye, Hz. Muhammed yaklaşık 3 saniye önce doğdu. Christopher Colombus Amerika’yı keşfedeli 1,2 saniye oldu.

Bunu neden bu kadar uzun uzun yazdım biliyor musunuz? O katrilyonda birini bile keşfedemediğimiz evrenin içerisinde, ne kadar küçük ve önemsiz varlıklar olduğumuzu daha iyi anlatabilmek için. Evet bizler, yani kendisini doğanın efendisi ilan eden bizler, aslında evrenin içerisinde yok sayılabilecek bir gezegende, yok sayılabilecek kadar küçük ve zavallı varlıklarız aslında.

Böylesi bir ortamda salgın, deprem, fırtına gibi kaotik doğa olayları gerçekleşiyor. Biz ise bu olayları anlamaktan çok anlamlandırmaya odaklandığımız için, hepsini insan merkezci bir bakış açısıyla tanımlıyoruz. Bir an için insan denilen varlığın yeryüzünde olmadığını hayal edin. Çok zor değil… National Georaphic’in kozmik takvimine göre daha dünden, yani 30 Aralık’tan bahsediyorum. Depremler olur muydu? Olurdu ama sadece yeraltındaki plakalar hareket eder ve yeryüzünün şekli değişirdi. Deprem bir felaket değil bir doğa olayı olurdu. Ya salgın? Belki hayvanlar arasında bulaşıcı bir hastalık olurdu ama yine bu milyarlarca hayvanı (ki muhtemelen hayvanlar o kadar çoğalmazlardı) etkilemez ve bu bir felaket olarak adlandırılamazdı.

Peki biz ne yaptık da, doğa bize bu felaketleri reva görüyor?

Hubert Reeves’in dediği gibi doğaya savaş açtık da onun için. Doğayla uyumlu bir şekilde yaşamamız gerektiğini anlayamadık. Doğanın bir parçası olduğumuzu kabul etmedik ve onunla iktidar savaşına girdik. Onun bizi taşıyabileceği, besleyebileceği sayıdan çok daha fazlasına ulaştık. Üstelik uslu da durmadık. İstilacı olduk, barbarlık yaptık.

Medeniyet adına şehirler kurduk. Şehirler yetmedi metropoller, megapoller yarattık. Daha önce 300-400 bin kişinin yaşadığı şehirlere 15-20 milyon kişi doluştuk. Sanki yeteri kadar toprak yokmuş gibi küçücük alanlara sıkışıp, sığışabilmek için gökdelenler inşa ettik. Doğayla inatlaşıp, deprem bölgesine, dere yataklarına koca koca binalar yapıp altında kaldık. Şimdi nefes almaya yer kalmayan bu şehirlerde ‘sosyal mesafe’yle kendimizi virüsten korumaya çalışıyoruz.

Salgında hayatını kaybedenlere ve binbir zorlukla bu virüsü altedenlere asla saygısızlık etmek istemem. Ama bir de şöyle düşünelim. Medeniyet uğruna, hiç yoktan yarattığımız ihtiyaçlar adına doğanın akciğerlerine saldırdık, ormanları barbarca yok ettik. Şimdi doğa ürettiği virüsle bizim akciğerlerimize saldırıyor. Çok manidar değil mi?

Teşbihte hata olmaz… Esas virüs biz insanlarız galiba. Korona ise doğanın ürettiği bir anti-virüs. Değerli hocamız Prof. Dr. Tayfun Atay’ın da her fırsatta belirttiği bu benzeteme, bence bugün yaşadığımız kötü günlerin objektif bir değerlendirmesi. Bu benzetme, insan merkezci düşünceden biraz olsun sıyrılıp, doğayı anlama çabasından başka bir şey değil.

Yanlış anlaşılmasın. Medeniyetten, kenleşmeden şikayet ediyor değilim. Benim şikayetim bunu plansız, programsız ve içinde yaşamak zorunda olduğumuz doğayı unutarak, hatta onunla savaşarak yapmamız. Eğer doğayı anlayabilseydik, ekonomi uğruna, konfor uğruna bu kadar talancı ve istilacı olmazdık. Yine kentlerimiz olurdu, üstelik daha yaşanası kentler. Yine konforumuz olurdu, hem de daha fazla keyfini çıkarabilirdik. Yine ekonomik değer yaratabilirdik, hatta bugünkünden daha fazlasını…

Aklımızı başımıza almazsak, doğanın efendisi olma rüyasından bir an önce uyanmazsak maalesef bizi daha çok felaket bekliyor. Karşımıza düşman olarak aldığımız doğa aslında bir kaos. Nasıl davranacağını, ne zaman ne yapacağını kestirmek çok zor. Böyle bir düşmana karşı zafer ise imkânsız.

İnsan merkezci bu bakışımızdan kurtulduğumuzda, doğanın düşman değil, yaşayabileceğimiz biricik ortam olduğunu da anlayacağız. Kim bilir, belki de insan merkezci düşünmenin, aslında doğa merkezci düşünmek olduğu bilincine bile varabiliriz.

Bu bilince ulaşmak aslında sandığımızdan da kolay. Yazının başlığını tekrar okuyalım ve anladığımıza emin olalım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Gönç Selen Arşivi