Donald Trump: Made in America

Donald Trump: Made in America
İngiltere Brexit’i oyladığından ve Donald Trump başkan olduğundan beri birçok yazar, düşünür ve kurum dünyada yükselen yeni popülist siyasi dalgaya işaret ederek Trump’ı Putin, Erdoğan, Modi, Xi, Duerte ve Orban gibi otoriter...

İngiltere Brexit’i oyladığından ve Donald Trump başkan olduğundan beri birçok yazar, düşünür ve kurum dünyada yükselen yeni popülist siyasi dalgaya işaret ederek Trump’ı Putin, Erdoğan, Modi, Xi, Duerte ve Orban gibi otoriter dönemdaşları ile karşılaştırıyor.

Bu karşılaştırmayı yapanların temel argümanı ise dünyada yükselen aşırı sağcı, popülist bir dalganın olduğu ve bu karizmatik otoriter liderlerin yükselen milliyetçi dalga üzerinde siyaset yaptıkları. Hatta birçok tarihçi ve yazar hem bugünkü otoriter liderleri hem de ırkçı tonu yüksek milliyetçi siyasetlerini faşizmin yükselişte olduğu 1930’lara benzetiyor. Bu dönemle paralellikler çizen yazarların dikkat çektiği hususlar genel olarak şunlar: aşırı milliyetçi otoriter siyasi söylemin benimsenmesi; azınlıkların şeytanlaştırılıp zulme maruz bırakılmaları; lider kültünün inşa edilmesi; “ihanet içindeki elitlere karşı kaderlerine terk edilen halk kitlelerinin” savunulması; parlamenter düzenin aşağılanması; hukuk ayaklar altına alındığı halde kanun ve nizam savunuculuğu yapılması; medyanın kontrol altına alınıp iktidarı eleştirenlerin ezilmeleri; herkese her şeyi vadeden sloganların atılması; gücün, savaş, militerleşme ve şiddet aracı olarak kullanılması; büyük gösterilerin, mitinglerin organize edilip güç gösterisi için devasa binaların inşa edilmesi.

Herhangi bir ülkenin iç siyasetinin dünyanın geri kalanından ayrıştırılarak anlaşılamayacağına inanan birisi olarak bu yazarlara hak verdiğim noktalar var. Fakat küresel dinamiklere aşırı derecede odaklanmanın her ülkenin kendine has iç dinamiklerinin ıskalanmasına yol açtığını da düşünüyorum. Maalesef Amerika’ya dair yapılan birçok analizde de bunu görmek mümkün.

Amerika’daki siyasi gelişmeleri anlamak için de küresel dinamikleri ihmal etmeyen ama ABD’nin kendi iç siyasi, sosyolojik, kültürel ve tarihi dinamiklerine odaklanan yaklaşımın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Bu çerçeveden bakıldığında Donald Trump fenomeninin ve temsil ettiği siyasetin Amerikan düzeninin bozulmasının bir sonucu değil tam tersine Amerika’nın kendi iç tarihi ve sosyolojik dinamiklerinin bir ürünü olduğu sonucuna varılabilir.

Donald Trump’ın popülist siyasetini ve dönemini sembolize eden ve bugünlerde hemen hemen her gün kullandığı law and order (kanun ve nizam), silent majority (sessiz çoğunluk), make America great again (Amerika’yı yeniden haşmetli yap) sloganları Amerika siyasetinin son 50-60 yılının birer ürünü. Trump bu noktada Amerika siyasetinde bir kopuştan ziyade 1960’larda doğan ve devam etmekte olan bir siyasi geleneği ve kültürü temsil ediyor.

Amerikan siyasetinde kanun ve nizam fikrinin öne çıkması daha çok İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme rast geliyor. Fakat bu konsept siyasetten önce Hollywood’un Vahşi Batı temalı filmlerinde işlenen bir olguydu. İlk Law and Order filmi 1932’de vizyona girmiş, daha sonra ABD başkanı da olan Ronald Reagan ise 1953’te serinin beşinci filminde başrolü üstlenmişti. Filmin hikayesi kısaca bir kanun adamının isteksiz de olsa rozetini takıp Tombstone adlı kasabanın kendi halindeki sakinlerini, onları terörize eden kabadayılardan onlarla savaşarak temizlemesini yani kanun ve nizamı zorla inşasını konu alıyor.

Tıpkı Reagan gibi Trump’ın da şov dünyasından gelip başkanlık koltuğuna oturması Amerika’da siyasetin ve şovun ne kadar iç içe geçtiğini anlamak için çarpıcı örnekler.

Kanun ve nizam olgusunun ulusal ana akım siyasette popülerleşmesi ise Richard Nixon ile gerçekleşiyor. Demokrat Parti’nin iktidarda olduğu 1960’lar boyunca bir yanda kadınlar, siyahlar, savaş karşıtları ve işçi örgütleri kitlesel protestolarla hak mücadelesine girişmiş diğer yanda ise aralarından bir başkanın da olduğu üst düzey siyasi figürler suikastlere kurban gitmişti.

Richard Nixon işte böyle bir dönemde kendisini sessiz çoğunluğun sesi olarak lanse edip kanun ve nizamı inşa etmek için oy istemiş ve 1969’da iktidara gelmişti.

Kendisi elit tabakaya mensup olduğu halde statüko karşıtı, anti-elit, anti-entelektüel bir söylemi benimseyen Trump, Nixon ve Reagan’ı örnek alıyor.

Nixon, Miami’deki mitingde yaptığı konuşmasında kitlesini “Amerika’nın büyük çoğunluğu, unutulan Amerikalılar, bağırmayanlar, gösteri yapmayanlar” olarak tanımlamış ve Amerikalıların ilk temel yurttaşlık hakkının şiddetli halk ayaklanmalarının olmadığı bir düzende yaşamak olduğunu vurgulamıştı.

Sanırım bu noktada kariyeri her üç liderle de çakışan, Trump’a son otuz yıldır yoldaşlık eden ve onu 1980’lerin sonlarından itibaren başkanlığa aday olmaya teşvik eden siyasi stratejist Roger Stone ismini anmadan geçmek olmaz. Stone, yakın dönem Amerikan siyasetine büyük damga vuran Nixon, Reagan ve Trump’ın kesişim noktasını temsil eden ve yozlaşmış siyasetin adeta kendi şahsıyla bütünleştiği ilginç bir karakter. İsmi siyasi literatüre dirty trickster (pis hilebaz – kirli tezgahçı) olarak geçen Roger Stone kazanmak için iftira, yalan, hile, tehdit, rüşvet ne varsa mübah gören ve adeta makyavelizmin zirvesini temsil eden bir isim. Watergate Skandalı’nın en genç aktörü, Trump’ın yıkmayı vadettiği Washington’daki mevcut yozlaşmış lobi düzeninin inşacısı, Al Gore ve George W. Bush çekişmesinin kaderini belirleyen Miami sayımları sırasındaki Brooks Brothers (Brooks Kardeşler) ayaklanmasının merkezinde yer alan Stone, en son yargılandığı Robert Mueller soruşturması dolayısıyla hapis cezası aldı ve bugünlerde hapse gönderilmek üzere.

Çocukluktan beri siyasetle ilgili olan Stone profesyonel danışmanlık kariyerine henüz 19 yaşındayken okulu bırakıp Nixon’ın 1972’deki başkanlık kampanyasına katılarak başlıyor. İlk siyasi hilesini ise Nixon’ın rakibi olan Pete McCloskey’e yapıyor. Nixon’ın rakibinin kampanya merkezine gidip müstear bir isimle Young Socialist Alliance (Genç Sosyalist Birliği) adına bağış yapmak istediğini söylüyor. Talebi kabul görünce de bağış makbuzunu alıp yayınlayarak Nixon’ın parti içindeki rakibinin komünistlerden para aldığı propagandasını yapıyor.

1990’lar boyunca adı yine hem özel hayatındaki hem de siyasette skandallara karışan Stone Cumhuriyetçi adayların korktuğu, nefret ettiği, dönem dönem yardıma çağırdığı bir isim oldu. En son tam istediği kumaşa sahip olan arkadaşı Donald Trump’ın kampanya stratejisini üstlenerek yeniden keskin bir çıkış yaptı.

Sonuç olarak bugün birçok yazar ve dış gözlemci hem son dönemlerdeki protestolara hem de Başkan Trump’a kendi ülkelerindeki deneyimleri üzerinden bakarak hataya düşüyorlar. Donald Trump, Amerika menşeli otoriter ve popülist bir lider. Trump fenomenini ancak Amerika’nın kendi iç tarihi, kültürel, sosyolojik, kimliksel ve sınıfsal dinamiklerine ve siyasi geleneğine bakarak anlayabiliriz.

Bu noktada hakkını teslim etmemiz gereken en önemli isimlerden biri Roger Stone. Çünkü nefretin sevgiden çok daha güçlü bir duygu olduğuna inanan Stone, Trump’ın ırkçı ve korku merkezli merkezli kampanyasını inşa ederek, alt sınıftaki “küçük insanlar”ın karşısına elitleri, müesses nizamı, göçmenleri, müslümanları hedef olarak çıkarıp on yıllardır biriken öfkelerini siyasete kanalize etmeyi “başardı.”

Siyasete son derece basit bir gözle bakan ve sıradan halkın çok sofistike düşünmediğine inanan Stone için ana amaç çoğunluğun desteğini hedeflemek, olabildiğince kutuplaştırmayı arttırıp çoğunluğun oluşturduğu kanatta mobilizasyonu sağlamak olmalı.

Tüm bunlar küresel güç Amerika’nın devlet ve toplum olarak dünyanın geri kalanından bağımsız olduğu ve dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmelerin Amerika iç siyaseti üzerinde bir etkisinin olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine Amerika’yı analiz etmek, burada olanların önemini ve özgünlüğünü anlamak için önce dünyadaki genel trendlere vakıf olmak gerekiyor.