Döviz Kuruna İlişkin

Ülkemiz maalesef o kadar çok ekonomik sorun yaşıyor ki bu sorunlar ekonomik belirsizliği artırırken, üzerinde yazılacak ve konuşulacak gündem bolluğunu da yaratıyor. Yüksek döviz kuru da bunlardan bir tanesi.
1980’lerden sonra dünya ekonomik yapılanmasındaki egemen iktisat politikası anlayışı devleti dışlayan her şeyi tamamen piyasalar üzerinden çözmeyi içermekte. Özellikle de piyasanın belirleyiciliği finansal liberalizasyon bağlamında finans kesimine yüklendi. Finansal liberalizasyon ile hükümetler gelişmiş ülkelerin uluslararası finansal faaliyetlerini kendi ülkelerine çekmek için bankacılık- finans sistemi üzerindeki denetim ve kısıtlamaları kaldırarak ekonomiler uluslararası sermaye akımlarına açıldı.
Türkiye gibi pek çok gelişmekte olan ülkenin denetimsiz, bir biçimde belli bir evrim içerisinde olmadan ve makro ekonomik dengeler sağlanmadan finansal serbestleşmeye gitmesi bu ülkeleri krizlere açık hale getirdi. Yani sermaye akışkanlığı, küreselleşmiş ekonomilerde sermaye piyasaları ve sermaye hareketleri serbestleştiği için özerk ve denetim dışı piyasa mekanizmasının çalışmasına yol açtı. Bu durum ulus devletlerin kendi sınırları dahilindeki ekonomik faaliyet ve istihdam düzeylerini bağımsız olarak etkileyememesine de neden oldu. Yani artık ekonomilerde uluslararası hareketliliğe sahip sermayenin tercihleri belirleyici rol oynamaya başladı. İşte yabancı sermaye yatırımlarının yön değiştirip sıcak para şekline dönüşmesi ve bu sermaye harekelerinin de elde ettikleri getiri kadar ülkenin makro ekonomik, sosyal ve politik faktörlerin seyrine de bağlı olması doğal olarak ülke ekonomilerini kırılgan bir yapıya kavuşturdu.
Cari işlemler açığı ve ekonomideki pek çok sorunun öncüsü olan enflasyon ve yüksek kur ile mücadele için yüksek faiz politikası ve buna bağlı olarak sıcak paranın girişindeki artışın geçici çözüm olarak ekonomi politikası uygulayıcılarının elini rahatlattığı muhakkak. Özellikle Türkiye’ye yabancı fon girişinin sağlanarak,
1-TL’nin alım gücünün artırılarak kurlardaki yükselişin önüne geçilebilmesi,
2-Özellikle döviz borcu olan veya üretimleri için ithalat yapmak zorunda olan firmaların üretim maliyetlerinin azaltılabilmesi ve bilançolarının bozulmasının engellenmesi,
3- Salgınla birlikte artan iflasların önlenmesi için yüksek faiz politikası önem taşımakta. Ancak yüksek faize bağlı olarak bu gelen paraların ülke ekonomisine getirdiği maliyetin de oldukça yüksek olduğu göz ardı edilmemeli. Çünkü Merkez Bankası’nın faiz artışına yönelik politikasıyla, kurların baskılanması ve TL’nin değerlenmesi sağlanırken aynı zamanda emtia fiyatlarının artışıyla ithalatı da pahalı hale getirdiği göz ardı edilmemeli.
MB’nın iki defadır üst üste faiz artışını pas geçmesi ve sıkı duruşun devam edileceğine dair ifade ile yetinilmesi bir anlamda düşük kur yüksek faiz politikasının daha fazla sürdürülemeyeceğine de işaret etti ve faizin uzun süre yüksek kalacağına ilişkin beklentileri azalttı. Bu duruma Kanal İstanbul’a dair siyasi otoriterinin ısrarı, MB’nın döviz rezervlerine ilişkin yaşanan belirsizlik ve zorunlu karşılıklara yönelik alınan kararlar da eklenince döviz kuru geçtiğimiz hafta tekrar yukarı yönlü bir seyir izledi. Kurların tekrar yükseliş eğilimine girmesi sıcak paranın yüksek faiz beklentisiyle ilişkili olduğu kadar ekonomik ve politik faktörlere de ne denli duyarlı olduğunu bir kez daha gösterdi. Bu bağlamda yapılması gereken düşük kur yüksek faiz politikasının seyrine dair önemli bir risk oluşturan enflasyonu azaltıcı politikalara ve reformlara öncelik verilmesi ve bütünleşik politikaların uygulanmasıdır. Nitekim pazartesi günü açıklanan yüzde 1.8’ büyüme rakamı ve dün açıklanan yıllık yüzde 15.61 enflasyon oranı Türkiye’de sıcak para ve tüketime dayalı büyüme modelinin değiştirilmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koydu. Önemli olan hızlı büyüme değil cari açığı ve enflasyonu azaltıcı büyüme için yapısal dönüşümlerin gerçekleştirilmesi ve orta ve uzun vadeli politikaların uygulanması.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Serap Durusoy Arşivi