DÜNYAYI KADINLAR KURTARACAK, BU İSYANI SEVMEKLE BAŞLAYACAK HER ŞEY

Son Güncellenme Tarihi: Aralık 5, 2021 / 12:38

Kadına hak ettiği değeri ve özgürleşme imkanını vermeyi reddetmiş tüm toplumlarda olduğu gibi, bizde de kadınların çektiği acıları başka dertlerle kıyaslamak zordur. Nitekim tüm diğer dertler de, yoksulluk da, adaletsizlik de, göç, savaşlar ve çatışmalar da bütün yüklerini toplaya toplaya gelir, anaların, bacıların, eşlerin, kız evlatların kucağına bırakılır. Her derdin en kalın kılçığı kadının boğazına batar daima.

Geçtiğimiz Perşembe, Kasım 25, ‘Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’ idi. Memleketimizin feminist güçleri, kadınlarımız, Taksim’de toplandılar ve uzun sürmüş, hatta hep sürmekte olan tüm sessizliklere, sessizliklerimize inat geceyi yırta yırta İstaklal’i bir uçtan diğerine gür adımlarıyla kat ettiler. Direne didişe, çırpına haykıra, minnet etmeden, boyun eğmeden bungun kenti bir geceliğine cennete çevirdiler. Ertesi gün bir kadın arkadaşım bir video paylaştı WhatsApp’taki ortak grubumuzda. Gazeteci Emre Orman’ın editlediği kısa bir görsel şölen, fona yerleştirilmiş o eşsiz marşla birlikte kucağıma düşüverdi. İzledim, bir daha izledim ve bir daha izledim. Gerçeğin tepesine tırmana tırmana yükselen umudu iliklerime kadar hissedene dek izledim. Her yaştan ve kimlikten, her dertten ve acıdan, her bakıştan ve haykırıştan, her coğrafyadan ve hayattan kadınlarımız vardı o videoda, bizim kadınlarımızdı onlar. Nazım’ın dizelerindeki gibi cap canlı ve heyecan içindeydiler; “korkunç ve mübarek elleri, ince küçük çeneleri, kocaman gözleriyle, anamız, avradımız, yârimiz…” Tekmili birden oradaydılar.

EN GÜR SES

Herkes biliyor ve farkında ki, ülkemizde kadınlar ne zaman sokaklara çıksa ve ne zaman haykırmaya başlasalar müthiş bir enerji saçılıyor ortalığa. Başka hiçbir şeye benzemiyor; bir dağınıklık içindeki ve alabildiğine cılız şikayetlerimizi fersah fersah aşan bir cüretkarlıkla büyüyor kadınların sesleri. İlk bakışta insana bir çelişki gibi gelebilir; nasıl oluyor da diye sordurur insana, toplumun en kırılgan yanı, en zayıf halkası olarak görülen ve “soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen” kadınlar cart diye ciğerimize kadar sokabiliyorlar kınından çıkardıklarını şikayetlerini? Şaşırmaya gerek yok oysa, çünkü bir toplum daima en çok dürtüklenen yerinden kanar. Kadına hak ettiği değeri ve özgürleşme imkanını vermeyi reddetmiş tüm toplumlarda olduğu gibi, bizde de kadınların çektiği acıları başka dertlerle kıyaslamak zordur. Nitekim tüm diğer dertler de, yoksulluk da, adaletsizlik de, göç, savaşlar ve çatışmalar da bütün yüklerini toplaya toplaya gelir, anaların, bacıların, eşlerin, kız evlatların kucağına bırakılır. Her derdin en kalın kılçığı kadının boğazına batar daima. Onu oradan çıkarmak için en güçlü şekilde öksürmesi gerekenler de doğal olarak onlardır.

Kısır çekişmeler, siyasal hedefler ve iktidar perspektifiyle kirlenmiş muhalif hareketlerin güçlü bir toplumsal baskı aracı icat edebilmeleri güçleşir.  Oysa, siyasal aktörlere dönüşmekle ilgilenmek yerine, siyasal aktörleri dönüştürecek toplumsal baskıyı üretebilmeye odaklanmak gerekir. Tam da bu nedenle, toplumsal muhalefetin tüm aktörlerinin kadın ve çevre hareketinden öğreneceği çok şey bulunmaktadır.

Son yıllarda kadın hareketine eşlik edebilecek ölçüde büyüyüp genişleyen bir diğer toplumsal muhalefet alanının da çevre hareketi olduğunu görmezden gelemeyiz. Burada da hemen hemen aynı dinamikler devreye girmektedir. İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan muamelenin aynısının yıllar boyunca Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi için de geçerli olduğunu unutmayalım. Bu sözleşmeyi ülke olarak geçen aylarda imzalamış olmakla birlikte, onsuz geçirdiğimiz yıllar boyunca ırmaklarımızın, derelerimizin, ormanlarımızın, dağlarımızın, yaylalarımızın, denizlerimizin, içinde yaşayan türlerle birlikte nasıl savunmasız bırakıldığını ve hoyratça yağmalandığını unutmayalım. Toplumumuz ülkenin bucak bucak her coğrafyasında, yaşadığı doğal çevreye rantiyenin ahlaksız saldırıları üzerinden topyekûn kanadı, kanatıldı. Ekmeğimize, aşımıza, havamıza suyumuza yönelik planlı programlı bir istila yaşadık hepimiz. Tıpkı kadın örgütleri gibi, çevre örgütleri de her şeyden bağımsız; kimliklerden, yaşam biçimlerinden, etnik, yerel, coğrafi farklılıklardan bağımsız, bu toplumu oluşturan her bireyin bugününü, geleceğini yakından ilgilendiren bu meseleye karşı politik tuzaklara düşmeden, bütünlüklü bir tavır takınabildiği ölçüde büyüdü, güçlendi.

POLİTİK SAVRULMALARIN KISKACINDAKİ TOPLUMSAL MÜCADELE

Toplumumuzun topyekûn dürtüklenen, dürtüklendikçe kanayan, kanatılan bir diğer yanı da eşitsizlik, yoksulluk ve adaletsizliklerle boğuşan yanıdır. On yıllar var ki, bu dertten de mustaribiz. Kan kaybımız artarak sürmekte üstelik. Ayrıca bu sorunlar meselelerin meselesi olarak diğerleriyle birlikte kadın sorunlarını, çevre sorunlarını da içine alan, kuşatan bir niteliğe sahip; hiçbir diğer mesele bu ana sorundan bağımsız okunamaz. Peki bu alanlarda örgütlenen sivil toplum güçleri, özellikle sendikalar, barolar, meslek örgütleri vb. neden kadın ve çevre hareketi gibi güçlü bir yumruk indiremiyor kötü kaderimizin tepesine? Neden cılız çıkıyor sesleri? Güçleri neden toplumu heyecanlandırmaya yetmiyor? Bu tartışma derinleştirilmeye muhtaç olmakla birlikte birkaç temel argümana bağlı olarak girizgah yapmak mümkün. Alanda biçimlenen temel açmaz, aktörlerin siyasal kimliklere aşırı duyarlılık nedeniyle alabildiğine dağınık bir görüntü arz etmesidir. Politik angajmanların birincil belirleyici olması toplumsal mücadelelerin kutuplaşması sonucunu doğuruyor. Örneğin sağcı sendikanın karşısında solcu sendika yer alır. Sendika temsilcileri iş yerlerinde çalışanların kimlikleri, inançları veya bir tek sınıfsal olmayan, onun dışında her şey olabilen diğer aidiyetler üzerinden üye avına çıkarlar. Muhafazakar baro, seküler baroya karşı bayrak açar. Meslek örgütlerinin enerjisi, bitmeyen siyasal kavgalarla sürekli boşluğa akar durur. Baro başkanı ilk fırsatta parti liderliğine soyunacaktır, sendika liderlerinin gözleri milletvekilliği koltuğuna dikilidir. Sivil toplumumuzun bu kanadı gündelik siyasetle öylesine gereksiz biçimde haşır neşir olmuştur ki, toplumu bütünüyle kuşatacak, meselelere sosyo-ekonomik bir pencereden bakacak cesareti bir türlü üretemezler. Kısır çekişmeler, siyasal hedefler ve iktidar perspektifiyle kirlenmiş bu alandan güçlü bir toplumsal baskı aracı icat edebilmek güçleşir.  Oysa, siyasal aktörlere dönüşmekle ilgilenmek yerine, siyasal aktörleri dönüştürecek toplumsal baskıyı üretebilmeye odaklanmak gerekir. Tam da bu nedenle, toplumsal muhalefetin tüm aktörlerinin kadın ve çevre hareketinden öğreneceği çok şey bulunmaktadır.

ORTAK ACILAR İÇİN ORTAK MÜCADELE

25 Kasım Perşembe akşamına, Taksim’deki buluşmaya geri dönelim. Sloganlar öfkeli, sloganlar alaycı, sloganlar umutlu… Bin bir çeşit söz, bin bir çeşit yüz tek bir hedefe kilitlenmiş: Ayrım yapmadan, kimliklere takılmadan, farklılıklara aldırmadan ortak acılara sahip tüm kadınların onuru korunacak! Böylesi bir dayanışmadan ve birlikten doğan kuvveti, cesareti, bunun yarattığı toplumsal etkiyi başka şeyle karşılaştıramazsınız. Emre Orman’ın paylaştığı videoya fon olarak koyduğu o tek bir ağızdan söylenen şarkı her şeyi çok güzel anlatıyor aslında. Kadın dayanışması bulaşıcıdır. Şili’de 2019 yılında kadınların başlattığı bir danslı protesto olan Las Tesis tüm dünya kadınlarını birleştirdi, ışık hızıyla ülkeleri kat ederken elbette bize de uğradı ve söyleyeceğini söyleyip tarihe bir not düştü: Ataerki bütün dünyanın kadına karşı ortak tehdidi ise, kadınların topyekûn dayanışması da kaçınılmazdır.

ataerkillik bir yargıçtır

bizi dünyaya gelmiş olmakla suçlayan

cezamız seni hep es geçen şiddettir

kadın cinayetleridir

katilimizin dokunulmazlığıdır

kaybolmaktır

tecavüzdür.

tabii ki suç bende değildi

Nerede bulunduğumda veya nasıl giyindiğimde de değil

TECAVÜZCÜ SENDİN!

Serhat Güney

Tokat’ta doğdu. İlkokulu Tokat’ta, ortaokulu ve liseyi Sivas’ta bitirdi. Bir süre İTÜ Mühendislik Fakültesi’nde Gemi Mühendisliği Bölümüne devam ettikten sonra Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ne girdi ve 2000 yılında burada lisans eğitimini tamamladı. 2004 yılında Galatasaray Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisans eğitimini tamamlayan Güney, 2007 yılında Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorasını tamamlayarak “Doktor” unvanını aldı. 2012-2015 yılları arasında Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde Yardımcı Doçent olarak görev yapan Güney, 2015 yılında “Doçent Doktor”, 2017 yılında da “Profesör Doktor” unvanını aldı. Serhat Güney, hâlen Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesinde öğretim üyesi olarak “Elektronik Yayıncılık Tarihi”, “Alternatif Yayıncılık” ve “Kültürel İncelemeler” sahalarındaki akademik çalışmalarına devam etmektedir.

2000 yılında Varlık dergisi tarafından düzenlenen Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri Yarışması’nda öykü dosyası dikkate değer bulunan Serhat Güney’in İlk kitabı Gezinti, 2006 senesinde yayımlandı. Serhat Güney, 2013 yılında yayımlanan ilk romanı Size Genç Şair Diyenin…’de 12 Eylül darbesinin şekillendirdiği bir eğitim sisteminde, farklı dünyalardan gelip buluştukları baskıcı bir yatılı okulda bir yandan birbirleriyle sürekli çatışan, öte yandan birbirlerine dayanarak hayatta kalmaya çalışan iki gencin hikâyesini merkeze alır. Farklı üslubu, tekniği ve anlatım tarzıyla dikkat çeken Güney, bu romanında bir yandan kendini sürekli reddeden, diğer yandan ise kendisiyle sürekli çelişen hayatlar yaşayan modern insan tipinin iç dünyasını ortaya çıkarmayı amaçlar.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top