Aytuna Tosunoglu

Aytuna Tosunoglu

DURMANIN KAÇINILMAZ OLDUĞU ZAMANLAR

Bir ömre iki büyük felaket sığar mı? Sığar. Onun tanıklık ettiği iki büyük felaket var. Üstelik tüm hayatını kaplayan iki büyük felaket… Birinci Dünya Savaşı ve grip pandemisinin ardından gelen kısacık bir soluklanma dönemi ve sonrasında Hitler’in korkunç yükselişiyle gelen İkinci Dünya Savaşı kâbusu. İyi ki otobiyografisini yazdı da okuduk. Okuduk da ne oldu… Stefan Zweig, 1942 yılında yayımlanan (yani İkinci Dünya Savaşı tüm hızıyla devam ederken yayımlanan) “Dünün Dünyası” isimli otobiyografisinde açık ve net olarak bir çöküşe işaret etti. Diyeceksiniz ki, e ne var bunda… Hatta diyeceksiniz ki, savaşlar bitti, yaralar sarılmaya çalışıldı, kapitalizm güçlendi, teknolojik gelişmeler hız kazandı, iyi şeyler oldu… Öyle mi? Peki, sonu çöküşle bitecek bir döngüyü her defasında yaşamak mecburiyetinde miyiz? Zweig, kitabında Avrupa’nın on yıllar içinde kendini nasıl iki kez darmadağın ettiğini, elden hiçbir zaman bırakılmaması gereken sağduyunun nasıl yerle yeksan edildiğini anlatıyordu. Bunu yapmaktaki amacı gelecek nesillerin -içinde siz, ben, hepimiz varız- bu yaşananlardan mutlaka bir ders çıkaracağıydı. “Bilimin mucizeler yarattığı, hastalıkların ilk defa yenilebildiği, insanın söylediği sözün bir saniyede dünyaya yayımlanabildiği, ilerlemenin kaçınılmaz olduğu bir zaman ve yerde büyümekten” dem vuruyordu, Zweig. “Yoksulluk gibi aşılması zor sorunlar bile aşılabilirdi”. Babasının neslinde bir iyimserliğin hâkim olduğunu hatırlayarak şöyle diyordu; “Onlar, ulusları ve mezhepleri birbirinden ayıran sınırların ve farklılıkların giderek yok olacağına, en değerli hazine olan barış ve güvenliğin tüm insanlık tarafından paylaşılacağına gerçekten inandılar…” O yıllarda üst ve orta sınıflarda bir güvenlik duygusu hakimdi; “İnsanların evleri yangına ve hırsızlığa, tarlaları doluya ve fırtınaya, sağlıkları kazaya ve hastalığa karşı güvence altındaydı” diyor, Zweig. Bu güvenlik duygusunun Hitler’in temsil ettiği tehlikeyi kavramakta gecikmelerine yol açtığını da itiraf ediyor. Hitler’in 1924 yılında basılan Mein Kampf (Kavgam) isimli kalın kitabını üşenmeyip okuyan az sayıda aydın, dikkatlerini Hitler’in ne söylediğine yöneltmek yerine, süslü püslü sözleri nasıl sıraladığına, yazım tekniğine vesaire bakmışlar. Dönemin medyasında da benzer bir aymazlık hakimmiş. Sürekli Nazi hareketinin en kısa zamanda çökeceğini, tüm avam söylemlerin tarihe gömüleceğini yazmışlar. Çünkü buna inanıyorlarmış. Zweig diyor ki, “Sınıfsal ve ırksal farklılıklar yeniden su yüzüne çıkarken, toplumun içindeki uçurumlar ve bölünmeler de genişliyordu.” Sinsi bir durum var. Hedefin ne olduğunu açık etmeme sinsiliği… Yine ondan alıntılıyorum; “Taktiklerini özenle uyguladılar. Başta sadece ufak bir doz ve ardından küçük bir duraksama. Minik minik dozlar ve ardından verilen ilacın gücünü görmek için gözlem. Sonra halkın ve dünya vicdanının bu dozu sindirip sindiremeyeceğini gözlemlemek üzere geri çekilmek…” Kimse inanmak istememiş. Kimse alışkın olduğu hayatı, günlük rutinlerini bırakmak istemediği için, özgürlüklerin parmaklarının arasından kayışına inanmak istememiş. Yurttaşının özgürlük ve eşitlik haklarının adil bir anayasayla güvence altına alındığı bir ülkede Hitler ne yapabilir ki, diye düşünüyormuş halk. Parlamentoya güveniyorlarmış. “Yirminci yüzyılda böyle bir delilik yaşanamaz” diyorlarmış. Durmanın ve düşünmenin kaçınılmaz olduğu bir zamandayız. Yoksa hayatı altüst edecek bir noktaya gidiyoruz. Bu defa ortaya çıkacak devasa çöküş içine hepimizi alacak. Sizi, Zweig’ın “Yirminci yüzyılda böyle bir delilik yaşanamaz” demesi üzerine düşünmeye davet ediyorum. Yineliyorum: Sonu çöküşle bitecek bir döngüyü her defasında yaşamak mecburiyetinde miyiz?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytuna Tosunoglu Arşivi