Düşünmek zor iş, kısa kes, slogan çak!

Görsel medyanın ve gösterinin hayatın akışında belirleyici olduğu günümüz dünyasında siyaset bir “seyir sporu”na dönüştü. Bu yeni “kültürel matriks” içinde artık siyaset demek kampanya demek, reklam demek, “satış” demek. Aslolan da başkanı seçmek değil (kitlelere) “satmak”. Çünkü Homo Videns, yani “seyirci insan”ın düşüncesinden ziyade algısı işlerlikte. Onun algısına hitap etmek de ancak reklam panoları, bilbordlar, sloganlar, imajlar, semboller, şarkılarla mümkün… O yüzden siyasette ve siyasetçi pratiğinde sözün de söylevin de önemi azaldı. Bırakın uzun uzadıya konuşmayı, bir paragraf bile gereksizleşti. Bir spot, bir manşet, bir slogan, bir espri, bir işaret, bir film sekansı kâfi!..


Televizyonun yaşamın akışına etkisi üzerine kaleme alınmış olsa bile günümüzdeki dijital uzantıları dâhil görsel medyanın kültürel işlevini bütünüyle anlama yolunda da bir temel başvuru kaynağı olan kitabı Televizyon: Öldüren Eğlence’de Neil Postman, “Tipografi (yazılı Kültür) Kafası” başlıklı bölüme çarpıcı bir anekdotla giriş yapar. ABD’nin 16’ıncı ve belki de en ünlü başkanı Abraham Lincoln’ün 1854 yılında Peoria, Illinois’de siyasi rakibi Stephen Douglas’la büyük bir seçmen/dinleyici kitlesi önünde gerçekleştirdikleri tartışmadır bu.  Önce Douglas, tam üç saat konuşmuştur. Sıra Lincoln’e gelince o, saatin akşam 5’e geldiğini ve konuşmasının Douglas’ınki kadar uzun süreceğini, ardından da Douglas’ın yine uzunca bir cevap vereceğini, dolayısıyla bir dört saat daha konuşma olacağını belirtir. Bu durumda da en iyi seçenek olarak dinleyicilerin evlerine gidip akşam yemeklerini yemeleri ve sonra gelip konuşma-tartışmanın geri kalanını zinde bir kafayla takip etmeleri önerisinde bulunur. İnsanlar bu öneriyi kabul ederler, evlerine giderek yemeklerini yiyip dönerler ve yaklaşık dört saat daha her iki siyasetçinin uzun söylev ve söz düellolarını dinlemeye devam ederler.

Postman 19’uncu yüzyıl ortası ABD’sinde siyasetin ve seçim rekabetinin mahiyetini yansıtan bu tipik anekdotu aktardıktan sonra sorar, “Bunlar nasıl dinleyicilerdi; yedi saat süren nutuklara seve seve katlanabilen bu insanlar kimlerdi,” diye…[1]

Yazıdan çıkan söz

Gerçekten bugünden bakıldığında söz konusu etkinlikte konuşmacı olarak da dinleyici olarak da yer alanların başka bir gezegenden olup olmadıkları sorusunun akla gelmesini bile yadırgamamak gerekir. Günümüzde yedi saat ne kelime, bırakın 3-4 saatlik söylevi, ortalama bir ders süresine denk gelen 45-50 dakikalık konuşmayı bile dikkatini yoğunlaştırarak sabırla dinleyebilecek bir topluluğu bulmanın imkânı yok. Herkese “TED gibi konuş” önerisinde bulunmak âdet haline gelmiş durumda. Yani, 18 dakikayı geçme!.. Neden?.. Çünkü, “düşünmek zor iştir”.[2]   

İyi ama 19’uncu yüzyıl ortasındaki “tipografik” kafalı insanlar nasıl oluyor da onlara bu zor işi, yani enine-boyuna uzun uzadıya düşünmeyi öneren, böyle bir talepte bulunan konuşmalara can-ı gönülden katlanacak takati bulabiliyorlardı?..

Cevabı yine Postman’ın cümlelerinden bir derleme ile vermeye çalışalım:

“Bir kere o dönem dinleyicilerinin dikkatlerini yoğunlaştırma süreleri belli ki olağanüstü fazlaydı. İkincisi o dönemin dinleyicilerinin uzun ve karmaşık cümleleri dinleyerek kavrama konusunda da gene olağanüstü bir yetenekleri olmalıydı. Lincoln-Douglas tartışmasını izleyenler, anlaşılan tarihsel olayları ve karmaşık politik gelişmeleri bildikleri gibi, tartışılan sorunları da büyük ölçüde kavrayabiliyorlardı. Lincoln-Douglas’ın ölümsüz sözleriyle seslendikleri dinleyicileri anlamak istiyorsak, bu insanların Aydınlanma çağının (Amerikan versiyonuyla) torunları olduklarını akılda tutmamız gerekiyor. Lincoln-Douglas tartışmalarının yapıldığı sıradaki Amerika, en görkemli okuryazarlık patlamasının ortalarında yaşıyordu. Hem konuşmacılar hem de onların dinleyicileri ‘edebi’ denebilecek söylev türüne alışmışlardı. Ve sunulan dil de açıkça yazılı söz tarzına modelleniyordu; dinleyicilerin bu tartışmayı kulaklarıyla takip edebilmeleri de ancak kültürleri salt basılı sözcüklerle dolu olan insanlar açısından bir anlam taşımaktadır. Kısacası, Lincoln-Douglas tartışmaları tamamen basılı sayfadan aktarılan bir yorumlayıcı düzyazı olarak nitelenebilir.” [3]


Tipografi kafasından ‘videografi’ kafasına…

Postman’ın değerlendirmesinin özü şudur: İnsanlığın nabzının “Gutenberg Galaksisi”nde atmaya devam ettiği; yazılı sözün, kitabın ve okumanın toplumsal bir alışkanlığa dönüşmüş olduğu yerde saatlerce konuşan siyasetçi de akademisyen de enlektüel de tıknefes büyük bir dikkatle ve sabırla dinlenebilir. Böyle bir kültürel iklimde düşünce “zor iş” değildir.

“Tipografi kafası”, düşünmeye, çözümlemeye, yoruma doğru güçlü bir yönelim ve eğilim sergiler. Ortalıkta ne “yorma kafanı” ne “edebiyat parçalama” ne de “entel-dantel muhabbetler” gibi ucube lakırdılar vardır. Aksine, “kafa yorma”, yani yorumlamanın da edebi hassasiyetin de entelektüel arayışların da “insanlık” adına olmazsa olmaz sayıldığı bir iklim vardır.

Ama devir değişti, Lincoln ve Douglas’ın tartışmalarını dikkatli izleyici toplulukları önünde saatlerce sürdürdükleri tipografi Amerikası, Gutenberg Galaksisi’nden “Edison Galaksisi”ne geçiş yaptığında ortaya yeni bir çağ ve yeni bir insan çıktı.

Çağın adını Gösteri Çağı, insanın adını da “Homo Videns” olarak koymak mümkün.

Homo Videns, İtalyan siyaset bilimci ve düşünür Giovanni Sartori’nin 1997’de yayımlanmış kitabının adı ve “gören insan” olarak Türkçeye çevrilse de ben “(ekranlara) bakınan insan” tabirini, sevgili hocam Prof. Bozkurt Güvenç’ten ilhamla kullanmayı tercih ediyorum.[4]

Bilişsel sistemi/bilgi çerçevesi görsel medya kullanımı ile biçimlenen insan demek Homo Videns[5] ve asli varoluş etkinliği görmek-izlemek, bakmak-bakınmak olan insanı tanımlıyor (“videns” video ile aynı kökten gelen bir sözcük).

Demek ki Homo sapiens (düşünen insan) artık Homo videns, yani “bakınan insan”adönüşmüş durumda ve bu insanın artık akıl yürütme ile de düşünme ile de çözümleme-yorumlama (ve elbette soru sorma) ile de pek işi-alâkası kalmamış gibi... Onun dünyasında kitabın yerinde ekran, okuma ediminin yerinde seyretme edimi, düşünme gayretinin yerinde görünme gayreti, dolayısıyla olup bitenlere kafa yorma gereğinin yerinde de bol bol “yorma kafanı” telkini var.

Ayrıca bırakın öyle 3-5-7 saat konuşmayı, taş çatlasa 18 dakikadan fazla lügat parçalamaya da yer yok.

Gayet açık, TED’i de TEDx’i de Homo Videns’e borçluyuz.

Bir “seyir sporu” olarak siyaset

Sürekli şekilde art arda hiç durmaksızın televizyondan dijitale, hayatı görsel içerik tufanında akıp giden bu yeni insan, Homo Videns, dikkatini öyle saatlerce yoğunlaştıracak takate sahip değil artık. Mesela “Z-kuşağı”nın şu karakteristiklerine baksanıza:

“Onlar evlerde bilgisayarların ve cep telefonlarında internete erişimin olmadığı zamanları bilmeyen; dikkatini ancak (bir Japon balığı kadar) 6-8 saniye sabitleyebilen, kelimelerden çok resimleri seven; çok düşünen insanları sevmeyen bir zevk kuşağı…”[6]

Böyle bir kuşağa hitap edebilme yolunda hemen her tür kamusal söylem gibi siyasetin de değişime uğraması kaçınılmazdır. Fakat esasında bu sürecin önü Z-kuşağının sökün ettiği 2000’ler başının çok öncesinden itibaren açılmıştır. Söz gelimi Postman, ABD’de 1960’lardan itibaren kristalleştiği söylenebilecek şekilde bir “Ce-eee!” dünyasına televizüel medya ile giriş yapıldığını belirtir. Televizyonun, görsel kültürün ve gösterinin hayatın akışında belirleyici olduğu bu dünyada artık siyaset de bir “seyir sporu”na dönüşmüştür. Lincoln’ün yerinde de siyasetin tıpa tıp “show business”a benzediğini söyleyen Reagan vardır.[7]


Bilbord siyaseti, siyasetçileri

Bu yeni “kültürel matriks” içinde artık siyaset demek kampanya demek, reklam demek, “satış” demektir. Aslolan da başkanı seçmek değil (kitelelere) “satmak”tır.

Siyaset artık edebi-entelektüel bir edim değil, ticari-endüstriyel bir iştir.

Çünkü Homo Videns’i “kazanma”nın yolu, onun düşüncesinden ziyade (düşünce artık büyük ölçüde devre-dışı olduğu için) algısına hitap etmekle olabilmektedir ancak. O yüzden reklam panoları, bilbordlar, sloganlar, imajlar, semboller, şarkılar siyasette ve siyasetçi pratiğinde sözün de söylevin de önüne geçmeye başlamıştır. Bırakın uzun uzadıya konuşmayı, bir paragraf bile gereksizdir.

Bir spot, bir manşet, bir slogan, bir espri, bir işaret, bir film sekansı kâfidir!..

Yeter! Söz milletin değil, kitlenin!..

Toparlamak gerekirse, yazılı sözün, kitabın, okumanın, düşünme ve yorumun yaygınlaştığı yerde saatlerce konuşan siyasetçi dinleniyordu, insanların buna sabrı da takati de isteği de vardı. Ama “görüntülü söz”ün, ekranın, seyrin, bakmanın ve görünmenin yaygınlaştığı yerde saatlerce konuşan siyasetçi dinlenemez; kimsenin buna takati yok.

Üstelik Batı’da olduğunun aksine öyle yüzyıllara yayılan bir yazılı kültür evresi de geleneği de olmayan ve aslında Lincoln-Douglas rekabetine benzer bir siyasi söylev performansına tarihinde rastlanmayan Türkiye gibi bir ülkede siyasetçinin sözü uzatma lüksü hiç ama hiç yok. Olsa olsa sloganlara yer var.

Sloganlara yer var ama ben şu ara iktidarla muhalefet arasında bir o tarafa bir bu tarafa, adeta kıyasıya bir halat çekme müsabakası gibi sündürüldükçe sündürülen “Yeter, söz milletin” sloganı üzerindeki ısrarı da yüzümde acı bir tebessümle izliyorum.

Çünkü “Yeter, söz milletin” dönemi çoktan kapandı. Artık, “Yeter, söz kitlenin” devrindeyiz.

Ortada bir milletten ziyade “kitle” var ve kitleye de öyle uzun uzadıya anlatacak-söylenecek bir şey yok; böyle bir talep de yok.

Zamanın ruhuna uyarlı “Homo Videns” siyasetinin belagati belli:

Bay Kemal, Ben Kemal, Bay Bay Kemal, Bay Bay Hepiniz!..


[1] Neil Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence – Gösteri Çağında Kamusal Söylem (Çev. Osman Akınhay), Ayrıntı, 1994, s. 55-56.

[2] Carmine Gallo, TED Gibi Konuş: Dünyanın En İyi Beyinlerine Göre Topluluk Önünde Konuşmanın 9 Sırrı, Aganta, 2015, s. 189-90.

[3] Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, s. 57-61.

[4] Bozkurt Güvenç, Nereden Başlayalım: Eğitimin ABC’si, Kırmızı Kedi, 2018, s. 64-65, 134.

[5] Stefano Oliverio, “Educating ‘Homo Videns’…”, Childhood & Philosophy, Vol.3, No. 6, 2007.

[6] Haluk Kasarcı, “Z Kuşağı Ne İster?”, MediaCat, Sayı: 269, 2017.

[7] Postman, Televizyon: Öldüren Eğlence, s. 138.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi