Duvar Dibinden Yürümek

Duvar Dibinden Yürümek
6’lı masadaki muhafazakâr kanadın yaşadığı çelişkiler, sağ politik malzemeyle karşı karşıya gelmek, bu malzemeyle hesaplaşma kaygısının ürünü. Gelgelelim, bu malzeme bir şekilde değişmeden, değiştirilmeden mesafe...

6’lı masadaki muhafazakâr kanadın yaşadığı çelişkiler, sağ politik malzemeyle karşı karşıya gelmek, bu malzemeyle hesaplaşma kaygısının ürünü. Gelgelelim, bu malzeme bir şekilde değişmeden, değiştirilmeden mesafe almak da imkânsız.

Yıllarca önce, Esenboğa’dan şehre otobüsle dönerken, yolun sağında ve solunda ellerinde Avrupa Birliği, AKP ve Türk bayrakları taşıyan insanlar gördüm -Birlik bayrakları daha çoktu. Trafik ağır ilerlediğinden, Çubuk’tan ve Pursaklar’dan devşirilmiş, lastik ayakkabı veya mesli, baş örtülü ve yaşlı insanların pek de istekli olmadan Birlik lehine bazı sloganlar attığını da müşahede etme imkânım oldu. Yine yıllarca önce başka bir gün Diyarbekir Meydanı’nda okunan Abdullah Öcalan’ın Barış Bildirisi’ni devlet televizyonundan dinleme sürprizini de birlikte yaşadık.

Biri maddi ve gerçek, diğeri ideolojik ve politik prangalarla yaşayan iki insanın, Selahattin Demirtaş ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun geçtiğimiz günlerde Türkiye siyaseti açısından oldukça önemli iki çıkışına tanık olduk. Demirtaş, başına neyin geleceğini çok iyi bilmesine rağmen, çoğu şimdiye kadar kendisini alkışa duran insanlar tarafından yerden yere vurulma riskini de göze alarak Mersin’deki saldırı dolayısıyla PKK şiddetine açıkca tavır aldı ve bizzat şahsına yönelik açıklamalardan sonra bile tutumunu sürdürerek, demokratik siyaset seçeneğinden vazgeçmiyeceğini ilân etti. Kılıçdaroğlu, iknâ odaları mucidi insanların partisini, başörtüsü konusunu yasal teminat altına almaya iknâ etti -sadece bu değil, “hellalleşme” denilen süreci ve CHP’nin tarihine ve verili pratiğine oldukça ayrıksı bir konumu takviye etmeye devam ediyor esasında. Nasıl Erdoğan yazının başında zikrettiğim iki olayda, kendi politik zeminine cesurca müdahale ettiyse, Demirtaş ve Kılıçdaroğlu da, ellerindeki politik malzemeyi değiştirmeye ve dönüştürmeye çabalıyorlar. Bunu neden yaptıkları, zamanlaması vs. beni hiç ilgilendirmiyor. Yaptıklarını Türkiye için hayırlı buluyorum; toplumun önünün açılmasına katkıda bulunduklarına ve daha insanca bir hayat tasarısı için attıkları adımın hayati olduğuna inanıyorum. “Bağzı radikal ve solcu” arkadaşların mevcut vaziyetten şikayet eden insanlara yaptıklarını yapmıyor, Demirtaş ve Kılıçdaroğlu’ndan bir pişmanlık gösterisi ve özeleştiri ibadetine soyunmalarını beklemiyorum. Şimdi durdukları yerin, geçmişte ne söylemişlerse, ne yapmışlarsa onlardan daha doğru ve değerli olacağını görüyorum çünkü.

Buna karşılık, AKP’den ayrılarak “kendi” partilerini kuran Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan AKP’ye ve Erdoğan’a yönelik eleştirilerini, son derece meşru bir zeminde, üstelik en can alıcı noktalarda ve oldukça radikal ve sert bir üslubla dile getirmelerine rağmen, sanırım, ümid ettikleri seviyeye varamadıklarını görmüş olmalılar. Bunu sayıyla ölçmüyorum; yaratmak istedikleri havanın, söyledikleri türkünün cılızlığına bakarak söylüyorum. Çünkü, kestirmeden ifade edersek, “duvar dibinden yürüyerek” siyaset yapmayı tercih ediyorlar. Temsil ettiklerini varsaydıkları kitlenin, ideolojik ve politik alışkanlıklarına -ki bunlar, sadece Türkiye’nin değil, onların önünde de en büyük engeli oluşturuyor maalesef- karşı sessiz kalmayı sürdürüyorlar. Aynı şey Meral Akşener için de geçerli, bir taraftan “merkez partisi” olmayı hedeflerken, diğer taraftan sözgelimi Kürtleri ve onların siyasî tercihlerini yoksaymak nasıl mümkün olacaktır?
Davutoğlu ve Babacan evrile evrile ve sonuçta bildik ahlâkçı ve obskürantist bir çoğunluk hakimiyetine dönüşen muhafazakâr demokrasi kavramından bile uzakta sayılırlar. AKP’den ayrılma gerekçelerini oluşturan sebeblerin, tarihsel, kültürel ve en önemlisi dinsel esaslarıyla karşı karşıya gelmeden, eleştirmeden, muhtemel bir AKP depreminden kendilerine sığınacak bir kitle beklentisi dışında bir gelecek perspektifleri yokmuş gibi davranıyorlar. Gerçekte bunun tam tersi, her iki parti de aylar süren bir teenni ve istişare sonucu ortaya çıktılar. Ancak devralmayı ümid ettikleri muhafazakâr sağ bagajın, demokrasiyle, siyasal ve kültürel çatışma alanlarıyla, insan hak ve özgürlükleriyle ilgili iç karartıcı kanaatlerini masaya yatırmadan, önlerini açmalarının ve topluma seslenebilmelerinin imkânlarının tükendiğini görmek istemiyorlar. Daha iyi bir sevk ve idare iddiasının, politik bir iddianın yerini alamıyacağını bilmiyor olamazlar. Nasıl Kılıçdaroğlu İzmir’i, Demirtaş Diyarbekir’i karşısına aldıysa, Davutoğlu ve Babacan da, Konya’yı, Erzurum’u ve Kayseri’yi karşılarına almak zorunda. Bu nasıl gerçekleşir, nasıl bir dil kullanılır bilemem, daha doğrusu bu konuda benim fikrimin bir önemi yok. Ancak açıklık, politik karar ve eşit ve özgür yurttaşların oluşturduğu demokratik yurttaşlık ideali, çekinerek ve sakınarak savunulacak bir ideal değil.
Türkiye’nin yaşadığı bu kritik dönemde, politik figürler kendi alışkanlıklarını sürdürmeye devam edecekler, kendi ezberlerini bozma gayretine girmeyeceklerse, Türkiye sadece bu seçimi değil, geleceğini de kaybetme riskiyle yüzyüze kalacaktır. Başka konularda olduğu gibi bu konuda da maalesef çok ümidli değilim.