Düzensiz göçmen ve sığınmacı sorunu çözülebilir mi?

Düzensiz göçmen ve sığınmacı sorunu çözülebilir mi?
Sığınmacılar yoğun yerleştikleri bölgeleri mekânsal olarak değiştirmekte, dönüştürmektedir. Bu, göçmenlerin yoğunlaştığı dünyanın birçok şehrinde görülen bir olgu olmakla beraber, Türkiye’nin bu sayıda göçmen...

Sığınmacılar yoğun yerleştikleri bölgeleri mekânsal olarak değiştirmekte, dönüştürmektedir. Bu, göçmenlerin yoğunlaştığı dünyanın birçok şehrinde görülen bir olgu olmakla beraber, Türkiye’nin bu sayıda göçmen ve sığınmacı için hem ekonomik hem kültürel anlamdaki hazırlıksızlığı, böylesi mekânsal dönüşümlerin bir işgal olarak algılanmasına da katkı sunmaktadır.

Türk siyasetinde yeni bir hayalet dolaşıyor; popülizmin hayaleti. İngiliz Kültür Çalışmalarının önemli ismi Raymond Wiliams’ın dediği gibi, siyaset daima mekânlara ve topluluklara has yaşam biçimleri ve duygu yapıları içine gömülüdür. Siyasette kendine yer açmakta zorlanan küçük partiler ırkçı tınılarla dolu söylemleriyle Türkiye’de düzensiz göçmen ve sığınmacıların Türk vatandaşları arasında yarattığı memnuniyetsizliği araçsallaştırarak kamuoyunda gündem oluşturabiliyor. Göçmen ve sığınmacılara yönelik olumsuz tutumlar katlanarak artıyor.

Yapılan araştırmaların hemen hepsinde Türk vatandaşlarının mülteci ve sığınmacılardan duydukları rahatsızlığın boyutları görülebiliyor. Dolayısıyla yakın zamana kadar ‘ensar’ benzetmesiyle sığınmacılara kucaklarını açanlar bile artık mültecileri ‘geri göndereceğiz’ demeye başladı. Fakat tartışmalarda meselenin ulusal ve uluslararası boyutları, yerel dinamikleri pek gündeme gelmiyor. Göçün ve mülteci akınlarının yarattığı sorunları mekân üzerinden okumak, uygulamalara eleştirel bir bakışı mümkün kıldığı gibi, sorunu anlamamızı da kolaylaştırıyor. Bu yazıda mekân kavramını merkeze alarak Türkiye’deki düzensiz göç ve sığınmacı sorununun popüler tartışmalarda gölgede kalmış alanlarına ışık tutmayı deneyeceğim.

Küreselleşme, Hareketlilik ve Mekân
Her şeyden önce insan hareketliliği ve bunun yarattığı mekânsal değişimler küresel kapitalist sistemden ve uluslararası hukuki düzenlemelerden bağımsız düşünülemez. Zira insan hareketliliğinde ve mekânsal değişmelerde bunların büyük etkisi var. Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 2022 tarihli raporuna göre doğdukları ülkenin dışında yaşayanların sayısı 1990’da 128 milyonken bu sayı 2020’de 221 milyona çıkmış durumda. Buna göçmenler ve mülteciler dahil değil. Onların sayısı da 80 milyonun üzerinde. Her gün 44 bin kişi evini ve ülkesini savaşlar, otoriter rejimler, iklim değişiklikleri, ekonomik krizler gibi sebeplerle terk etmek zorunda kalıyor.

Düzensiz göçler ve mülteci akınları toplumsal istikrarı tehdit ettiğinden, göçün hedefi olan devletler düzensiz göçleri önlemenin ve sınırları dışına itmenin yollarını arıyor. Bu ise insan kaçakçılığının yoğunlaşmasına, göçmenlerin ve mültecilerin göç yollarında hayati risklerinin artmasına, gelişmiş ülkelerin çeperlerinde düzensiz göçmenler ve mültecilerle dolu tampon bölgelerin oluşmasına yol açıyor. Bu süreçler, İtalyan filozof Agamben’in dediği gibi mültecileri ve düzensiz göçmenleri gayri insanileştirerek, biyopolitikanın nesneleri haline getiriyor. Gelişmiş ülkeler böylelikle, insanın yaşamını, onurunu, güvenlik ve sığınma hakkını garanti altına alan 1948 İnsan Hakları Beyannamesi ile 1967 tarihli mültecilerle ilgili Cenevre Sözleşmesi’ni fiilen yürürlükten kaldırıyor.

Göç Rejimleri

Bu büyük insan hareketlilikleri göç alan ülkeleri istikrarsızlık yarattığı gerekçesiyle ulusal ve uluslararası düzeyde göç rejimleri kurmaya iterek, insanların hareketliliğini ve mekânsal tecrübelerini belirliyor. İnsan hareketliliğinin sınırlanması, çeşitli uluslararası ve ulusal düzenlemelerin, insan etkileşimlerinin etkisi ünlü Fransız sosyolog Lefebvre’i doğrulayarak mekânın büyük oranda doğal değil, toplumsal inşa olduğunu gösteriyor.
Günümüzde giderek bir insani krize dönüşen düzensiz göç, büyük oranda küresel kapitalist sistemdeki eşitsizliklerden kaynaklanıyor. Zira dünyadaki küresel eşitsizlik son iki yüzyıldaki gelişmeler sonucunda daha da arttı. 1820 yılında Batı Avrupa’nın kişi başına düşen milli geliri Afrika’nın üç katıyken, 2000 yılında 13 katına çıkmıştı.[1] Az gelişmiş bölgelerde hızla artan nüfus, ekonomik krizler, siyasal istikrarsızlıklar, otoriter yönetimler, kolaylaşan ulaşım insan hareketliliğini daha da artırdı. Küresel ekonomik rekabetin teknolojiye kaymış olması, göç alan ülkelerin göçmenleri niteliklerine göre seçmesinin yolunu açtı. Nitelikli göçmenlerin gelişi teşvik edilirken, niteliksiz göçmenler engellenmeye çalışıldı. Oysa küresel eşitsizliğin tetiklediği esas göç niteliksiz işgücünün göçüydü. 1990 yılında imzalanan Dublin Sözleşmesi de mülteci hareketlerini bastırmayı hedeflemişti. Artık mülteciler sınırlarına girdikleri ilk ülkede ancak iltica başvurusu yapabileceklerdi. Böylelikle Batı Avrupa ülkeleri öncelikle mültecileri sınırdaki Avrupa ülkelerine itmeyi denediler. 2004 yılında kurulan Frontex ise AB’ye yönelik düzensiz göçü ve mülteci akınlarını, deniz, kara ve havada engellemeyi amaçlayan, askeri ve güvenlik boyutu önde olan bir kurum olarak karşımıza çıktı. Bu çerçeve AB sınırları insan dramlarının yaşandığı mekânlar haline geldi.

Geri Kabul Anlaşmaları

AB ile üçüncü ülkeler arasındaki göç sorunlarına, özellikle yasa dışı göç ve sığınmacı olgularına AB’nin geliştirdiği politikalardan en önemlisi geri kabul anlaşmalarıdır. Her şeyden önce geri kabul anlaşmaları genellikle mülteciler üzerine ayrı bir bölüm barındırmadığından, esas risk sığınmacıları “onaylanmamış göçmenler” kategorisine sokarak, onları “güvenli üçüncü bir ülkeye” toplu olarak sıkıştırmak ya da göndermek olarak karşımıza çıkar.

AB Türkiye’ye geri kabul anlaşmasını 4 Mart 2003 tarihinde önermiş, yıllarca müzakere edildikten sonra 2012 yılında Anlaşma paraflanmış, 2013 yılında imzalanmış ve 2014 yılında yürürlüğe girmiştir. Anlaşma’ya göre düzensiz bir göçmen Türkiye topraklarında kaldıktan veya transit geçiş yaptıktan sonra AB ülkesine yasadışı ve doğrudan giriş yapmış ise Türkiye tarafından geri kabul edilecektir. Bu durum özellikle 2015 yılından itibaren hem Suriye’deki krizin yoğunlaşması hem de düzensiz göçün artması sonucunda yoğun bir şekilde yaşanmış, 800 bin kişiden fazla sığınmacı ve göçmen Ege Deniz yolunu kullanarak, Türkiye’den Yunanistan’a geçmiştir. Bununla birlikte Anlaşma hükümlerince AB, Suriyelilerin Türkiye’deki yeniden yerleşimleri ve bir kısım masrafları için 18 Mart 2016 tarihinde yapılan Türkiye-AB Zirvesi’nde Türkiye’ye 3 milyar avroluk bir yardım taahhüt etmiştir. Fakat 2017 sonu itibarıyla bu paranın yalnızca 750 milyon avroluk kısmı ödenmişti.[2] Bu anlaşmalar ile AB hukukun üstünlüğü, insan hakları ve sığınmacıları koruma gibi ilkeleri göz ardı ederken, Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerin Türkiye’de yoğunlaşmalarına katkı vermiştir.

Mekânsal Sıkışmanın Toplumsal Gerginliğe Etkisi

2020 yılında İstanbul’daki Suriyeli sığınmacılar ve düzensiz göçmenlerle ilgili yapılan araştırmamızın sonuçlarına göre, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’deki mekânsal hareketliliğini belirleyen unsurların başında iş fırsatları gelmektedir. Bunu Suriye’ye yakınlık, akraba ilişkileri vs. takip etmektedir[3]. Bu sebeple Suriyeli sığınmacıların belirli bölgelere yoğunlaştıkları görülmektedir. İstanbul 500 bin ile en çok Suriyeli barındıran şehirken, Kilis gibi sınıra yakın bölgelerde Suriyeli mülteci sayısı yerli nüfusun sayısını aşmıştır.

Göçmenler ve sığınmacıların çoğunluğu sosyoekonomik düzeyi düşük olan Türk vatandaşlarının bulunduğu bölgelerde yaşamaktadır. İstanbul’da Esenyurt, Gaziosmanpaşa, Sultanbeyli, Fatih, Sultangazi, Bağcılar gibi ilçelerde yoğunlaşan Suriyelilerin oranı, Kilis gibi illerde kent nüfusunun yarısına yaklaşmaktadır. Bu durum toplu taşıma, parklar, hastaneler gibi mekânlarda karşılaşmaları sıklaştırırken, iş alanlarında yerli nüfus ile rekabeti artırmakta, ücretleri baskılamakta ve ev kiralarının yükselmesine sebep olmaktadır. Sığınmacıların yoğun olduğu bazı bölgelerden yerli nüfusun çeşitli sebeplerle ayrılması, bu bölgelerin gettolara dönüşmesine yol açmaktadır. Sığınmacılar yoğun yerleştikleri bölgeleri de mekânsal olarak değiştirmekte, dönüştürmektedir. Bu, göçmenlerin yoğunlaştığı dünyanın birçok şehrinde görülen bir olgu olmakla beraber, Türkiye’nin bu sayıda göçmen ve sığınmacı için hem ekonomik hem kültürel anlamdaki hazırlıksızlığı, böylesi mekânsal dönüşümlerin bir işgal olarak algılanmasına da katkı sunmaktadır. Yerli nüfusun mültecilere yönelik tepkileri, mültecileri içe dönük mekânlar oluşturmaya ve toplumsal olarak kapanmaya itmektedir. Bu da iki topluluk arasındaki mesafenin ve gerginliğin büyümesi demektir. 2020 yılında yaptığımız İstanbul Göç Araştırması da, göçmen ve mültecilerden en çok şikâyet edenlerin başında, göçmenler ve mültecilerle aynı mekânları paylaşan, iş ve ücret rekabetine giren kesimlerin geldiğini göstermektedir. Dolayısıyla Ankara’nın Altındağ ilçesinde meydana gelen mültecilere yönelik tepkilerde bu mekânsal sıkışmanın, iş ve aş rekabetinin etkisi göz ardı edilmemelidir.

Bu sorunları çözmek kısa vadede mümkün olmadığından ilk akla gelen “Suriyelileri geri göndereceğiz” söylemidir. Fakat İçişleri Bakanlığı’nın verilerine göre halihazırda yaklaşık 200 bin Suriyeli Türk vatandaşlığı almıştır. Bunların aileleri de hesap edildiğinde Türkiye’de kalanların sayısı çok daha fazla olacaktır. Ayrıca birçok Suriyeli iş kurmuş, evlenmiş, Türkiye’de yerleşik hale gelmiştir. Üstelik Suriye’de iç savaş sonlansa bile Suriyeli nüfusun önemli bir bölümü için güvenlik riski tam olarak ortadan kalkmayacaktır. Öte yandan Afrika ülkelerinden, Pakistan ve Afganistan’dan ve çeşitli Orta Asya ülkelerinden Türkiye’ye yönelik doğrudan veya transit göç de küresel eşitsizlik devam ettikçe durmayacaktır. Küresel eşitsizlikleri gidermek için kimse çok fazla uğraşmayacaktır. Dolayısıyla insan hareketliliğini önlemeye yönelik güvenlik önlemlerinin daha da artması kaçınılmaz olacaktır. Bu ise insan kaçakçılığını artıracaktır. Türkiye de bu baskıyla göç yollarına duvar örmeye başlamıştır. Sınırların daha fazla güvenlikleştirilmesi kaçınılmaz görünmektedir. AB ile yapılan geri kabul anlaşmaları da Türkiye’yi bir tampon bölge haline getirdiğinden, sorgulanmalıdır. Fakat ekonomik ve siyasi maliyetler göz önüne alınarak anlaşmalar iptal edilse dahi giderek yerleşik hale gelen sığınmacıların Avrupa’ya yönelmeleri ihtimali de azalmıştır. Tüm bu sebepler ‘geri göndereceğiz’ seçeneğini de zorlaştırmaktadır. Fakat çözümsüzlük de sorunları derinleştirecektir. Bu yüzden sorunun çözümü için hem uluslararası düzeyde hem de ulusal ölçekte ayrıntılı planların yapılması elzemdir. Aksi takdirde sadece popülizm değil, istikrarsızlık ve huzursuzluk yaratacak toplumsal gerginlikler, göçmen ve sığınmacı karşıtı tutum ve tavırlar da artacaktır.

[1]