AhmetKasım Han

AhmetKasım Han

Egemenlik Nedir? Kime aittir?

Son yazıyı (12 Mayıs) demokratik süreçler neticesinde elde edilen gücün kullanımının her vakit yasal, hatta bundan öte, itiraz edilebilir ve muhakkak denetlenebilir olması gerektiğini söyleyerek bağlamış ve “aksi takdirde egemenliğin ulusa ait olduğu fikri tartışmaya açılabilir…ki o noktadan sonra sistemin demokratik özü zarar görmeye başlayabilir” tespiti ile sonuçlandırmıştım.

Egemenlik devlet olmanın zorunlu ve vazgeçilmez unsurudur. Devletin kullandığı iktidarı besleyen egemenliğin üstün, sınırsız, mutlak, bölünmez ve devredilmez olmak gibi kimi nitelikleri vardır. Ancak bunlar egemenliğin kendisi değildir. Onun içeriğini oluşturan, onu betimlemekte kullanılan özelliklerdir. Söz konusu listeye üstün körü bir bakış dahi egemenliğin ne kadar güçlü bir siyasi hal olduğunu anlamaya yetecektir. Öyle ya, bahsi geçen mutlak ve sınırsız bir iktidardır. Peki, tezahürü tüm bunlarla görülen ve devleti niteleyen egemenlik kime aittir? Ancak, şurasını açıklığa kavuşturalım. Soru, “tarif edilen nitelikler nedir?”; veya “bunları kim kullanır?”, değildir. Soru, egemenliğin kendisinin, tüm içerik ve kapsamıyla esas olarak kimin olduğu, kimden kaynaklandığıdır.

Egemenliğin gücü adına!
Öncelikle belirtmek gerekir ki egemenlik siyasi hırsları büyüten bir çekim gücüne sahiptir. Egemenliğin karşılık geldiği mutlak ve sınırsız iktidarı ve onunla birlikte gelen otoriteyi kendilerine mal etmek merakındaki siyasi aktörler toplumun bu ilişkiyi belli bir biçimde anlamasını arzu ederler. Siyasal söylemlerinde de meseleyi ona göre formüle ederler. Bu formülasyonun çıkış noktası anlatılması basit, kabulü kolay görünen bir akıl yürütmedir.
Değil mi ki egemenlik devleti nitelemektedir, o halde egemenlik devletindir. O’nu niteler. Ama mesele burada sonlanmaz elbette. Devlet bürokrasisi, kuralları, kurumları ile somut tezahürlerini deneyimleyebilecek olduğumuz, ancak neticede soyut bir varlıktır. Her soyut varlık, kavram ve fikir gibi kaçırılması, kullanılması, çarpıtılması görece kolaydır. Zira varlığı kitlelere çok şey söylese de kendisi dilsizdir. Aynı demokrasi gibi devlet de kendi kendisini kendiliğinden koruyamaz. Soyutluğun devleti mahkûm ettiği sessizlikte, iktidar sahiplerinin devlet adına konuşması kolaydır. Bu ortamda otoriter eğilimleri olan siyasi aktörler adına; “Devlet aslında hükümet manasındaki iktidardır” iddiasında bulunmak çekiciliğine karşı konması zor bir önerme haline gelebilir. Hele bu siyasi aktörler ahlaki, ırksal, tarihsel, misyon olarak veya deneyim bakımından kendilerini alternatiflerinden mutlak olarak üstün ve istisnai görüyorlarsa, bu durumda hikâyenin etrafını kolayca aşılamaz bir meşruiyet zırhıyla örmek işten bile değildir. Hatta, başka şartlarda demokratik bir sistemde gülünüp geçilecek şekilde iktidarda bulunmanın onlar açısından bir hak olduğunu iddia etmek de mümkün kabul edilebilecektir. Elbette böyle bir durumda iktidardakilerin bu konumu kaybetmeleri meselesi de kolaylıkla bir milli felaket, beka sorunu, ulusal varlık mücadelesi konusu olarak nitelenebilecektir.

Sen kimsin?
Fark edileceği gibi bu durumda mutlak ve sınırsız iktidarın sahibi artık “iktidardaki” her kimse o olmuştur. Mutlak ve sınırsız olan sorgulanamayacağı için “iktidardaki” de hesap vermez, sorar! Egemen olan, hatta egemenliğin sahibi artık o olduğundan bir adım ileri giderse toplum üzerindeki otoritesini kendisi olmak dışında başka hiçbir güce borçlu olmadığı sonucuna da varması mümkündür. Böyle bir “varlığa” her vakti geçtim bazen dahi itiraz, eğer hepten mümkün değilse zordur. Onu denetlemeye kalkmak ise “haddini bilmezlik” olarak yorumlanabilecektir. Aksine bir refleks gösterenlerse iktidarın muhatabı olmaktan çıkacak, onun yerine; “Sen kimsin ki…” sorusunun muhatabı olabileceklerdir. İlginç olan bu şekilde sorgulanan aktörlerin bir bölümü sistem içerisinde mevcut ve meşru diğer siyasi aktörler örneğin muhalefet olabilecektir. Halbuki bunların iktidar sahibinin eşit rekabetini temsil ettiği açıktır. O anda azınlıkta, muhalefette olmalarının bu bakımdan bir önemi yoktur. Azınlığın çoğunluk olması yönündeki şansı, fırsatı, kabulü korumak; seçmen tercihlerine bu bakımdan da sahip çıkmak iktidarın hem sorumluluğudur hem de bunda faydası vardır. Zira, iktidarda bulunan açısından bu tercihlerin değişebileceği ihtimaline saygıyı muhafaza etmek bir gün iktidarı kaybederse, ki demokratik bir sistemde er veya geç herkes iktidarı kaybedebilir, kendisinin tekrar iktidar olmak hakkına da sahip çıkmaktır.

Ancak, refleks bunun aksine verildiğinde, siyasi muhalefet bu muameleyi görürken toplumsal muhalefetin, yapıları gereği toplumsal yaşamın tarafı bulunan sivil toplum örgütlerinin, çıkar gruplarının, mesleki örgütlenmelerin gördüğü muamele de elbette daha ağır bir hiçleştirme olacaktır. Bunların iktidar tarafından mutlak ve sınırsız egemenliği sorgular nitelik veya görüntüde algılanabilecek açıklama, davranış ve tutumlarına tolerans son derece kısıtlıdır. Bu da oyunun doğası gereğidir. Zira, devlet egemenliği sayesinde ve onun altında var olan bu üçüncülerin, artık kendisini o egemenliğin “bizzat kendisi” olarak algılayan iktidarı sorgulamaları, iktidarın kendine biçtiği konumla taban tabana zıttır. Halihazırda o konum artık iktidarın kimliği olmuştur! Bunun doğrudan sonucu olarak bu kurum ve kuruluşların varlığı da ancak iktidar sayesinde ve muhakkak onun altında, ona tabi olarak, “haddini bilerek” olabilecektir. Bu demokrasi içerisinden demokrasiyi dışlayan mantıksal(!) döngünün temeline uzanırsak şunu da görürüz; Bunlar zaten “sivil”dir. Ve sivil olmak hasebiyle “resmi” otorite karşısında esâmîlerinin okunmaması da doğaldır(!) Gerçekte bu kurum ve kuruluşlar demokrasilerde kamu adına vazgeçilmez olan gözleme ve denetleme işlevini görmektedirler, ancak ne gam…

İtirazın vazgeçilmezliği
Halbuki, başta belirttiğimiz gibi, demokratik süreçler neticesinde elde edilen gücün (iktidarın) kullanımının her vakit yasal, itiraz edilebilir ve muhakkak denetlenebilir olması gerekir. Bu böyle değilse, elde ediliş biçiminin demokratik teamüllere uygunluğundan bağımsız olarak iktidar demokratik meşruiyetini yitirmeyi riske eder. Bu durum toplum sözleşmesini, yani siyasetin ana işlevinin kendisini koruyarak geliştirmek olduğu değerli iradeyi, doğrudan zorlayacaktır.
Hatırlatmak isterim ki bahsettiğimiz süreçleri demokrasinin riskleri ve korunması üzerinden değerlendirmekteyim. Sonuç itibariyle yukarıda bahsettiğimiz eğilimler içerisine giren iktidarlar, seçim sisteminin yapısına göre tanımlanmış bir biçimde seçilmiş iktidarlardır. Dolayısıyla toplum sözleşmesi bu biçimde zorlanmaya başladığında da düzeni korumak, toplumsal rıza ve itaati sürdürmek zorundadırlar. Hal böyle olduğunda, eğer demokrasiyi açıkça yok, devleti de alenen kendileri ilan etmeyeceklerse, ortaya koydukları siyasal iradenin meşruluğunu vurgulamak bakımından seçmen iradesi, teveccühü temelli tezleri öne sürmeleri beklenir. Bu bağlamda, demokrasinin zarfına uygun biçimde, bu söylemin seçmenin tercihine demokratik saygının bir gereği olduğu sıklıkla vurgulanacaktır. Bu vurgu adeta popülist bir kutsama düzeyindedir. Fakat, tartıştığımız aşamaya gelindiğinde aslında kutsanan şey kamuoyunun tercihlerinden ziyade iktidarın bu tercihlerin sonucunda kendisine tanındığını kabul ettiği hareket serbestisidir. İşte demokrasi, başta seçimler olmak üzere kurumlarıyla birlikte tam da bu noktada araçsallaştırılmış olur. Bu da demokrasinin mazrufuna uygundur denemez.
Seçimler esas. Ama nasıl?
Seçim, seçilenlere siyasi kimlikleriyle karar alıcılık meşruiyeti sağlayan kritik önemde bir unsurudur demokrasinin. Burası tartışmasız. Ancak tek unsuru olmadığı da muhakkak. Bu noktada vatandaşların seçimlere katılımı, seçimlerin hangi ortamda gerçekleştiği, nasıl yapıldığı gibi kimi kriterler göz önüne alınmadan seçimin sadece yapılmış olmasının yeterli olduğunu söylemek mümkün değil.

Seçimlerin ötesinde demokrasinin varlığı kimi temel ilkelerin norm niteliği kazanmasına; yerleşikleşmiş kurallar olarak benimsenmelerine bağlıdır. Bu bağlamda demokrasinin özü siyasal gücün sınırlanmasıdır. Söz konusu sınırlamanın kaynağıysa, egemenliğin sahibi kimdir sorusunda bulur cevabını. Devleti niteleyen egemenliğin tüm içerik ve kapsamıyla, mutlak ve sınırsız haliyle sahibi ulustur. Dolayısıyla egemen olan siyasal iktidar değil, bu iktidarın kaynağı olan, onu içerisinden çıkaran toplumdur. Ve elbette ulus egemenliği tüm pratik nitelikleriyle kendisine karşı kullansın diye bir iktidara vermemiştir. Seçim bu manada ulusun sahibi olduğu egemenliği kayıtsız şartsız bir iktidara, hatta meclise, devrettiği bir ayin değildir. Demokraside ulusun seçtiği temsilciler egemenliğin niteliklerini pratikte kullanırlar. Ancak bunu demokrasiyi demokrasi yapan normlar dahilinde yapmak zorundadırlar. Egemenliğin en başta ve nihayetinde ulusun olduğunu, kendilerinin onu geçici olarak, emanet niteliğiyle kullandığını unutmamak durumundadırlar. Ayrıca, demokratik siyaset içerisinde faaliyet göstermeye başladıklarında, bir sonraki seçimleri kaybedebileceklerini mantıksal ve ahlaki olarak kabul etmiş olurlar. Bu kabulün doğal uzantısı kaybettikleri takdirde gücü barış içerisinde devretmek noktasında gayrikabili rücu olarak taahhüt vermiş olmalarıdır. Onları buna zorlayan tam olarak, en mutlak ve sınırsız haliyle ulusun sahip olduğu egemenliktir.

Bu iktidardakilerin unutma lüksünde oldukları bir vaat değildir. Ancak güç zehirleyicidir. İngiliz tarihçi, siyasetçi ve yazar Lord Acton’ın ifadesiyle; “Güç yozlaşma eğilimindedir ve mutlak güç mutlaka yozlaşır.” Dolayısıyla demokratik bir sistemde iktidara gelenlerin ulus adına kullandıkları egemenliğin nasıl sınırlandığı, belki gücün kullanılma biçimi ve hatta ürettiği sonuçların kalitesinden dahi daha önemlidir. Bu “nasıl” sorusu bir sonraki yazının merkezi meselesini teşkil edecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar
AhmetKasım Han Arşivi