“EĞİTİMLİ EMEKÇİLER GÖÇ EDEREK KENDİNİ KURTARAMAZ”

Beyaz yakalı kimdir? Sistemin proleterleştirdiği bir emekçi midir yoksa lüks plazalarda çalışan, her şeyin son modelini almak isteyen ancak boğazına kadar borca batmış yalnızlaştırılmış birey midir? Eğer emeğini satıyorsa bir duvar boyacısından farkı nedir? Kafka’nın ‘Dönüşüm’ isimli eserinde anlattığı Gregor Samsa’yla ne tür benzerlikler gösterir? Pek çoğunun maaşı asgari ücrete yaklaşırken, ülkeyi terk etmeyi düşünen doktorlar, mühendisler ve daha pek çok genç için çözüm kaçmak mı? Her gün yeni bir karanlığa uyanırken, ülke adeta bir tımarhaneye dönmüşken buradan bir çıkış yolu var mı? Nevzat Evrim Önal ‘Bilmiyorlar Ama Yapıyorlar’ kitabında dünden bugüne, dünyadan Türkiye’ye her gün ofisleri, plazaları dolduran düşünce emekçilerinin öyküsünü anlatıyor. Beyaz yakalıların hikayesini Nevzat Evrim Önal’la konuştuk.

Kitabınızda beyaz yakalıların varoluşuna dair bir çerçeve sunuyorsunuz ve gündemle bağlantılı konular üzerine beyaz yakalıların tutumlarını yazıyorsunuz. Öncelikle beyaz yakalının tanımını yapalım, kimdir beyaz yakalı?

Sermayenin kurumsallaşmış hali olan şirket; çok sayıda az yetkili ya da fazlaca yetkili, düşünerek iş yapan insana ihtiyaç duyar. Şirket bürokrasisi bir yanda ücretli emeğini satacak bir yanda da düşünerek çalışacak insana ihtiyaç duyar. Normalde küçük işletmede patronun yapacağı işleri onun yerine yapan müşteri temsilcisi, ürün tasarımcısı, satın almada, finansmanda, muhasebede görevli kişiler, bütün bu düşünerek yapılan işleri gerçekleştiren insanlardır.

Mavi yakalılardan farkı nedir?

Fiziken yapılan işler, mavi yakalı işçiler için bir yabancılaşma yaratır. Sınırları görece daha kesindir. Bir duvar ustasının veya kaynakçının o işi ne zaman yapacağı bellidir. Çok ağır koşularda çalışıyor olabilir ama işi ve kendisi arasında bir mesafe vardır. Duvar örmeyi ya da kaynak yapmayı hayatının kendisi olarak görmüyordur. İşi bitip evine geldiğinde duvar örmeye devam etmiyordur. Düşünsel emekte ise işi; düşünerek tasarımlar yapmak, planlamalar yapmak olan insanlar mesai bittiğinde düşünmeyi durduramaz. Düşünmek düğmesi olan bir şey değildir. Bir beyaz yakalı için bitiremediği işi mesai bittiğinde onunla eve gelir. Bu tam bir yabancılaşamama hali yaratır. Bir mavi yakalı için gününün sekiz veya on saatini, haftasının 50 saatini patrona ücret karşılığı satmış olmak bir kolunu patrona kesip vermesi ise beyaz yakalı için o kolun vücuduna bağlı olması ama sürekli istemediği hareketler yapması anlamına gelir.

BİR BEYAZ YAKALI OLAN GREGOR SAMSA’NIN BÖCEKLEŞMESİ

Bu yabancılaşma Kafka’nın romanındaki Gregor Samsa’nın yaşadığı türden bir yabancılaşma değil mi? Yabancılaşma ve yalnızlaşma ne zaman başladı?

İnsan insanı istismar etmeye, insan insanı zorla çalıştırmaya başladığından bu yana yabancılaşma var. Kölelik de bir yabancılaşma biçimidir. Ama modern yabancılaşma Kafka’nın anlattığı hepimizin yaşadığı modern yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma ücretli emek sömürüsüyle ilgilidir. Gregor Samsa’nın bütün derdi budur. Gregor Samsa’nın böcekleşmesini kişiyle başlayan kişiyle biten bir çerçevede değerlendirmek isterler ama Kafka kitabının başında derdini ebeveynlerinin patrona olan borcu, kendisiyle aynı şirkette çalışan diğer beyaz yakalılara göre daha fazla çalışıyor olması olarak tanımlar. Kimse işin bu kısmından söz etmez. Babasının bir elinde sopa öteki elinde gazete olmasıyla babayı devlet figürüne benzetirler ama bundan bahsedilmez. Gregor Samsa bir beyaz yakalı, satış elemanıdır. Temel derdi patronuyla ve diğer işçilerle ilgilidir.

PANDEMİYLE İŞ EVİN İÇİNE GİRDİ

Pandemiyle evle iş arasındaki sınırlar ortadan kalktı. Ofislerini kapatan, evden

çalışma yöntemine geçen şirketler oldu. Bu durum beyaz yakalıların işlerini daha

çok zorlaştırmadı mı?

Egemen sınıf sadece işin iyi gitmesinden kazanç sağlayan birileri değildir. Egemen sınıf felaketlerden de kazanç sağlar. Pandemi döneminde milyarderlerin sayısının nasıl arttığını gördük. Bir kısım insan özellikle de bir ailesi olmayan evinde sorumlulukları olmayan insan yeni durumdan henüz hala memnun ama bilhassa çocuklu anneler için yaşanan şey korkunç bir felaketti ya da evde yaşlı hastası olanlar için. Mesai ortadan kalktı iş geldi evin kapısından içeri girdi. Sömürü düzeninde insanların evleri saklandıkları yerlerdir, bu kalktı. Öte yandan işin maliyetlerinin bir kısmı da işçiye yüklendi. Bu yeni normalde yaşayacağımız şey gibi görünüyor. Bu kariyer odaklı beyaz yakalı için istenir bir durumdur. İş yerine bağlı olmamak aynı anda birden fazla iş yapabilmek, yurtdışına iş yapabilmek ama uzun erimde bu yalnızlaşmanın yalnız başına patronla karşı karşıya olmanın nasıl istimara açık bir hal olacağını yaşayarak göreceğiz. Her gün plazaya çalışmaya gelen beyaz yakalı işçiler işyerinde verilen yemek kaldırıldığında beraber tepki gösterirler ya da her akşam işten geç çıktıklarında birbirleriyle rekabet etseler de tepki ortaklaşması yaratırlar. Şimdi bu zemin ortadan kalkıyor. Nasıl hak kayıpları yaşanacağını, emeğin nasıl değersizleştiğini yaşayarak göreceğiz.

“BİLMİYORLAR AMA SEZİYORLAR. BUNUN İÇİN AVUÇ AVUÇ ANTİDEPRESAN ALIYORLAR’

Kitabınızın adı ‘Bilmiyorlar ama yapıyorlar’. Marx’ın ‘Bunun farkında olmayız ama gene de yaparız’ sözüne bir atıf mı?

Marx o sözü ilk olarak bilmiyorlar ama yapıyorlar olarak yazdı. Kapitalin ilk Almanca baskısında geçiyor. Sonraki baskılarda Marx çiziyor üstünü. Bugün okuduğumuz hali sizin söylediğiniz biçimiyle yazılı. Herkes kendisinin özgür olduğunu düşünür ama özgür düşündüğünü iddia edenlerin hemen hepsi özel mülkiyetin günün birinde ortadan kalkacağını bile düşünmez. Özel mülkiyetin böbreğimiz, pankreasımız gibi içsel bir unsur olduğunu zanneder. Yüzbinlerce yıl insanlık özel mülkiyet olmadan yaşadı. İnsanlar eylemlerini bütün uzanımlarının bilincinde olarak gerçekleştirmezler. Bilselerdi ya çıldırırlardı ya da devrim yaparlardı ama seziyorlar. Bilmiyorlar ama seziyorlar o yüzden sürekli mideleri bulanıyor. Avuç avuç antidepresan alıyorlar.

GAZETELERDE ASTROLOJİ KÖŞELERİ

1930’LU YILLARDA BÜYÜK BUHRAN ZAMANI ORTAYA ÇIKAR

Bu ülkede gençler intihar ediyor, her gün bir kadın cinayetiyle uyanıyoruz, iktidar kendine karşı olan herkesi terörist ilan ediyor. Bu sözcükler bilinçaltımızda da yer ediyor. Gençler kaçmayıp da ne yapsın? Ülke bir tımarhaneye dönmüş durumda. Sizce buradan bir çıkış var mı?

Brecht “Umudumuz çelişkilerdedir” der. İçinde yaşadığımız toplumun bize umut vermiyor olmasının sebebi tarikatlar falan değil onlar semptom. Tarikatlar, gericilik, kadın cinayetleri, çocuk tecavüzleri… Hangi kuyuya fener tutsak bir iblis görüyoruz. Hangi karanlığa ışık tutsak bir çocuk bedeninin üzerinden şalvarlı biri kalkıyor. Bunun karşısında olanlar da mücadele etmek yerine kaça kaça kendi dinselleşmelerinin içine sıkıştılar. Astroloji nedir ya? Gazetelerde ilk astroloji köşeleri 1930’da İngiltere’de büyük buhrana karşı uydurulan bir yalandı. Sakince aklımıza başımıza toplayıp içinde yaşadığımız düzende esir olduğumuzun farkına varmamız gerekiyor, özgür değiliz. Özgür olabilmemiz için içinde olduğumuz toplumsal düzenden kurtulmamız gerekiyor. Liberalizmin en büyük kazığı. Hiçbir özgürlük onu diyalektik olarak tanımlayan zorunluluklardan bağımsız olamaz. Özgürlük istiyorlar ama zorunlulukları istemiyorlar. Özgürlük istiyorsak özgürlüğü kazanmak için zorunluluklara katlanmak zorundayız.

“TEMEL MESELE ÖZEL MÜLKİYETTİR”     

Peki çıkış var mı?

Çıkış bugünün sınırlarının olduğunu iyi anlamakta ve daha geniş sınırlar tanımlayacak bir mücadeleyi örgütlemekte. Sınırlar her zaman maddidir. Bugünün temel sınırı özel mülkiyet denen musibettir. İnsanların bireysel olarak bir şeylere sahip olmalarıdır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 17. maddesidir. Bu sınır aşılmadır, insanlık özel mülkiyetten kurtulmalıdır. Toplumun ihtiyacı olan şeyler bireylerin kontrolünde. Limanlar, elektrik santralleri, su, elektrik, doğalgaz barınma neden birilerinin kontrolünde. Evi olmayan bir insan, evi olan insana neden kira veriyor? Bunlar saçmalık. Dünyada herkesin ihtiyacından fazla meta var ama bu şeyler meta olduğu için ihtiyaç sahipleri tarafından kullanılmıyor. Gıda kıtlığı yok, açlıktan, yetersiz beslenmeden ölen çocuklar var. Baktığımızda gözlerimizi kaçırdığımız o çocuklar yemek olmadığı için değil parası olmadığı için ölüyor. Kimse kendini kurtarmaya çalışmasın, şenlikli felaketlere hazır olsun! Sadece Türkiye’de değil, dünya hasta. Bu hastalığın dünyanın bazı yerlerinde daha az görünüyor olmasını sağlayan şey; bazı yerlerde daha fazla görünmesi. Avrupa’ya kapağı atacak doktorlar beş parasız göçmen, kayıt dışı çalıştırılan emekçiye bakmaması gerektiği gerçeğiyle yüzleştiğinde Hipokrat’a ne yanıt verecekler? Çürüme buradadır. Bu gerçeğe gözünü kapatan insan çürür. Benim de bu çürümeye bir yerden sonra sempatim yok!

Kitabınızın bir bölümünde “Monet’nin cennet bahçesini andıran kurgu kusursuz olmalıdır ve ufak sorunlar dahi büyük mutsuzluklara sebep olur” diyorsunuz. Özellikle bu bölüme takıldım. Bu yıllardır pompalanan toplumsal ve örgütlü hareket etmekten uzaklaştırılan, yalnızlaştırılan bireyin sorunu değil mi? O yüzden mi ufak sorunlar aşılamayacak gibi geliyor?

Önceki insanı da sistem yaratmıştı. Toplumsal koşullar bireyleri yaratır. Birey denilince bugünün yalnız bireyini algılıyoruz da birey tarihte yeni mi ortaya çıktı? 2090 yıl önce Roma’da köleler ayaklandı. Ayaklanan, Spartaküs’ün arkasından giden köleler birey değil miydi? Aksine ayaklandıkça ne kadar birey olduklarının da farkına vardılar. Birey ve toplum birbirinin zıddı değildir. Şimdi ‘İnsan bencil mi?’ başlıklı bir kitap yazıyorum. Birey ve toplum bir diyalektik bütündür. Toplum bireyin içinde büyüyeceği koşulları yaratır, birey o koşullarla mücadele ederek büyür ve toplumu bir sonraki kuşağa taşır. Tarih tekerrür etmez ama kendisi çok acımasız bir biçimde dayatır. Eğitimli emekçiler batıya göçüp kendilerini kurtardıklarını zannediyorlar. Bugün bunu yapabiliyor olduklarıyla ilgilidir. Yakın gelecekte bu da imkansız hale gelecek. O çürüme kendisini ilk defa da değil çok ağır bir şekilde dayatacak. 1873’ten II. Dünya Savaşı’na kadar olan tarihi okuyun. Aynen bugünkü gibi. Eğitimli insanlar hurafelerle uğraşıyorlardı. Büyücülük, falcılık… 19. yüzyılın son çeyreği böyleydi. Muazzam bir felaket ve buna verilen yanıtla son buldu. Ekim devrimidir bu. Emekçi insanların kendisine karşı işlenen suçlara verdiği yanıtlardan daha büyüktü. Toplum çürüyor kesinlikle çok büyük felaketlere yol açacak. Yaşananlar şaka gibi kalacak, insanlık çok büyük cevaplar verecek. Bu cevapları vermeye hazırlıklı olup olamamakla ilgili. Kumdan kalelerinin nasıl yıkıldığını görecekler. Bu felaket Afganistan’a geldiğinde Berlin’e uğramayacak mı zannediyorlar?

ÇOK SATANLAR

  1. Gece Yarısı Kütüphanesi, Matt Haig
  2. Sahte Sultan, Mahfi Eğilmez
  3. Körlük, Jose Saramago
  4. Ben, Kirke, Madeline Miller
  5. Mutlu Olma Sanatı, Arthur Schopenhauer

HAFTANIN KİTAPLARI

NAZIM HİKMET

NE GÜZEL ŞEY HATIRLAMAK SENİ

Genco Erkal’ın sesinden Nazım Hikmet şiirleri

Yapı Kredi Yayınları

“Ne güzel şey hatırlamak seni:

bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin

ve saçlarında

vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…

İçimde ikinci bir insan gibidir

seni sevmek saadeti…

Nazım Hikmet 120 yaşında. Büyük şairi Genco Erkal’ın seslendirdiği şiirleriyle anıyoruz.

TAHTABOŞA GELEN KUŞLAR

Fatma Burçak

Edebiyatist

Fatma Burçak’ın ilk romanı ‘Akata’ya Yolculuk’ isimli bir çocuk kitabıydı. Burçak, 2017 yılında Sadık Dostlara isimli öykü kitabını yayıma hazırladı. Proje yürütücülüğü yapıp kendisinin de bir öyküyle destek verdiği ‘Kendi Yolunda’ isimli çocuk kitabı 2019 yılında yayınlandı. Yazarın son yayınlanan kitabı ise ‘Tahtaboşa Gelen Kuşlar’. Kitapta on dokuz öykü yer alıyor. Farklı hayatlara kısa bir yolculuk yapmak ve Fatma Burçak’ın kalemiyle tanışmak isteyenler için öneriyoruz.

ÖZTERAPİ

Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak

Nobel Kültür Yayınları

Ankara Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Anabilim dalı öğretim üyesi

Prof. Dr. Binnur Yeşilyaprak okuyucuları yeni bir kavramla tanıştırıyor: Özterapi. Yeşilyaprak, özterapiyi “Bir bakıma, kendimizle iyileştirici, geliştirici ve dönüştürücü bir diyalog başlatmak ve bu yolda ilerlemek” olarak tanımlıyor. Kitabın telif ve satış gelirinin tümü “Kadın Hakları” konusunda çalışan STK’lara bağışlanacak.  

GECEDE

Leyla Erbil

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Leyla Erbil 12 Ocak 1931’de doğmuştu. İstanbul Edebiyat Evi yazarı Deniz Türkali’nin sesinden Gecede kitabından ‘Ölü’ öyküsüyle anıyor. Deniz Türkali’nin eşsiz sesinden Leyla Erbil’in hikayesini dinlemek isteyenler için linki buraya bırakıyoruz

KİTAP KURTLARI NE OKUSUN?

SEVDALI BULUT

Nazım Hikmet

Yapı Kredi Yayınları

“Sevdalı Bulut”, Türkiye ve dünya edebiyatının büyük ozanı Nâzım Hikmet’in yazdığı masallardan bir masal. Sevdanın, dostluğun, bağlılığın ve iyiliğin kazandığı bir dünya resmi.

KÜÇÜK NAZIM HİKMET VE GÜVERCİNLERİ

Önder Yetişen

Tefrika Yayınları

Tefrika Yayınları minik okurları Nazım Hikmet’in çocukluğuna götürüyor. Önder Yetişen’in yazdığı kitabın çizimleri Arif Kaynar’a ait.

PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI

Ferenc Molnar

Yapı Kredi Yayınları

Nemecsek, Boka ve Pál Sokağı'nın öbür çocukları 1907 yılında Budapeşte'nin yoksul Józsefváros semtinden yola çıktılar. Bugün artık bütün dünyada tanınıyorlar. Bugüne kadar her yaştan milyonlarca insan onların dokunaklı hikâyesini okudu. Bu hafta bir klasik haline gelen ‘Pal Sokağı Çocukları’ da listede.

BELALI DÖRTLÜ’YE KARŞI

Gülsevin Kıral

Günışığı Kitaplığı

‘Ömer Hepçözer Dedektiflik Bürosu’ dizisiyle sevilen yazar Gülsevin Kıral ‘Belalı Dörtlü’ye Karşı’ kitabıyla bir okul hikayesi anlatıyor. Küçük bir sınıfta kötü davranışların nedenlerini sorgulayan yazar akran zorbalığını tartışmaya açıyor.

FREJ APARTMANI

Nazlı Eray

Everest Yayınları

Beyoğlu’nun büyüleyici güzellikteki apartmanlarından birinde yaşanan esrarengiz bir macera. Nazlı Eray minik okurları bir hayal dünyasına götürüyor.  Frej Apartmanı’ndaki tuhaf olayları çok seveceksiniz.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Eda Yılmayan Arşivi