Ekofeminizmle ekoterörizm arasında ŞAHMARAN dengesi

Son Güncellenme Tarihi: Ocak 22, 2023 / 07:37

“Ben, bir çıngıraklı yılan yerine insan öldürmeyi tercih ederim.”
(Edward Abbey)

İnsanlık tarihi en genel çerçevede insanın, bir parçası olduğu doğaya yabancılaşma tarihidir.

Bu yabancılaşmanın yazımızın konusu olan Netflix’te henüz vizyona girmiş Pınar Bulut-Umur Turagay imzalı Şahmaran bağlamında işlerliğe sokulabilecek iki çıktısından söz edilebilir. Birincisi, bir biyolojik varlık olarak tüm canlılar gibi doğanın parçası ve ona tâbi olması gereken insanın, kendisini doğanın dışında/üstünde bir canlı-üstü varlık ve doğanın hâkimi saymasıdır.

Bu doğrultuda, bir “eşref-i mâhlukat” olduğu telakkisiyle hareket eden insan için kendi dışında kalan mahluklar ve varlık alanları (hava-su-toprak; dağ-tepe-orman-bayır-düzlük-çöl-deniz) tümüyle onun güdümünde, denetiminde, tüketimindedir. İnsanlar tarafından sınırsızca tahrip edilmeye de telef edilmeye de imha edilmeye de müstahaktırlar.

“Modern-uygar” dünyamızda popüler kültür de bu yabancılaşmayı pekiştirme yolunda üzerine düşeni yapmış ve karşımıza çıkan pek çok hatırı sayılır yapıtta doğa, insan-dışı tüm organik-inorganik bileşenleriyle insan için bir tehlike olarak kurgulana gelmiştir: Kuşlar tehlikedir, köpek balıkları tehlikedir, anakondalar tehlikedir, kurtlar tehlikedir, böcekler tehlikedir, ormanların derinleri, denizlerin dalgaları, okyanusların ortası, dağların tepesi, göklerin gürültüsü-yıldırımı-karı-yağmuru-seli, kısacası doğadan gelen her şey tehlikedir. İnsana adeta “kendi dünyanın-uygarlığının-yaşam alanının dışına çıkma, doğadan uzak dur, onu kendine bir tehdit, ona yönelik yaptıklarını da hak say” denmek istenmiştir.


Dünya yalnız senin değil ey İnsan!

Yukarıdaki çerçeve, doğaya yabancılaşma dolayımıyla yeryüzünün insan-merkezci (homosantrik) bir anlayış doğrultusunda vurdumduymazca, pervasızca, sorumsuzca ve aymazlık içinde bugün nasıl bir küresel iklim kıyametinin eşiğine kadar getirildiğini anlamaya yardımcı olur. Şahmaran’ın hareket noktası da burasıdır ve/fakat yukarıda zikredilen kurguların aksine insana tehdidin doğadan değil, doğaya da bir tehdit ve “ihanet” şeklinde bizzat onun kendisinden geldiği işaret edilmektedir.

Dizi, şu açılışla istim alır:

“Bu dünya kurulalı beri insanoğlu sevdiği her şeye ihanet etti. Biz sadece izledik, anlamanı bekledik: Çünkü dünya senin değil insan!.. Dünya yalnız sana ait değil…”

Kopulan doğaya, dönüş çırpınışı: Efsaneler

Diğer taraftan insanın doğaya yabancılaşmasının; doğadan, onu tahakküm altına alarak kopuşunun bir başka ve daha “pozitif” çıktısı olarak, bu işte derinden derine bir yanlışlık hissedip adeta pişmanlık dolu bir telafi çabasıyla kadim zamanlardan beri halklar tarafından üretilmiş mitler/efsaneler karşımızdadır. Onların içeriğine bakıldığında sanki insana “Bu kadar kibirlenme-büyüklenme-böbürlenme; senden büyük bir tabiat/kâinat var ve sen onun içinde tüm varlıklarla kardeşsin, birsin” denmektedir.

Büyük Fransız antropolog ve yapısalcı düşüncenin öncü isimlerinden Claude Lévi-Strauss, mitleri doğa ile kültür (insan dünyası) arasında oluşmuş (“yapı”lanmış) ikili karşıtlığa arabuluculuk eden, bu karşıtlığın üstesinden gelmeyi hedefleyen zihinsel-imgelemsel çabalar olarak değerlendirmekten yanadır. Ona göre insan, koptuğu doğa ile mitler aracılığıyla tekrar bağ kurmaya; bu kopukluğu telafi etmeye; doğanın tüm varlıklarıyla yeniden buluşmaya; böylece doğa ile tek vücut olmaya çalışır.

O yüzden yeryüzünün her köşesinden karşımıza çıkan efsanelerde sık sık hayvanlar-bitkiler ya da doğa olayları (yağmur, rüzgâr, fırtına, gökkuşağı gibi) veya yeryüzü parçaları (toprak, dağ, nehir, göl, vd.) tarafından yaratılış motiflerine rastlanır. Aynı doğrultuda yarı insan-yarı kartal, yarı insan-yarı balık, yarı insan-yarı aslan, yarı insan-yarı boğa, yarı insan-yarı keçi, yarı insan-yarı at, hatta yarı insan-yarı bitki (“Mandrake”) varlıklar-yaratıklar da efsanelerde bol bol karşımıza çıkar.

Tıpkı bu topraklarda bir medar-ı iftihar olarak kaydedilebilecek yarı insan-yarı yılan; başı ve belden yukarısı büyüleyici-cezbedici bir güzel kadın, belden aşağısı dehşetengiz bir yılan olan Şahmaran gibi!..


Yılanların Şahı, “Şâh-ı Mârân”

Dünyada sayısız örneği bulunan doğaüstü-fantezi dizilerinin bizde hayli sayılı olduğu bir gerçek. Bu tarz denemelerin bir yenisi olarak seyre sunulan Şahmaran, tarihin derinliklerinden kadim bir efsaneyi küresel iklim kıyameti ile kavrulan bugünün distopik dünyası ile başarıyla bileşime sokan ve elbette bazı etkileşimsel izler taşımakla birlikte sonuçta yine de özgünleşebilen bir yapım.

Şahmaran (ya da Şahmeran) Anadolu’da diziye de set oluşturan Güney ve Güneydoğu Anadolu coğrafyasında merkezileşen bir efsane… Ama aslında Hint Yarımadası’ndan İran’a, Arap Ortadoğu’ya ve Akdeniz havzasına kadar açılan yelpazede “Eski Dünya”nın en çarpıcı mitolojik arketiplerinden biridir o.

“Yılanların Şahı” Şahmaran (Farsça “mâr” yılan, “mârân” yılanlar, şâh-ı mârân” da yılanlar şahı demek), bilgelik tanrıçası olarak kimi araştırıcılarca Binbir Gece Masalları’na kadar izi sürülebilecek mahiyette yüzyıllardır sayısız folklorik sürümleri/çeşitlemeleri ile anlatılmış ve bu anlatılanlar kitaplara aktarılmış. Şimdi ise “poplorik” bir sürümünü dikkat, titizlik, incelik ve elbette güncelin koşulları/zamane (Z-kuşağı) çocukları da gözetilerek kotarılmış şekilde 8 bölümlük ilk sezonuyla izleyip değerlendirme noktasındayız.

Hep söylediğimiz üzere masallardan-efsanelerden filmlere-dizilere, hayallerimizin seyir defteri yazılmaya devam edip gidiyor!..


Biz insana değil, insan bize düşman!

Ortadoğu kökenli üç tektanrıcı İbrahimî dinde de (Yahudilik-Hristiyanlık-İslam) kadın ve yılan, mutlak-kötülük kategorisi Şeytan’la özdeş halde karşımıza çıkarlar. Ataerkilliğe “ilahi meşruiyet” sağlayan bu inanç sistemlerine bakılırsa “insan-oğlu”na cennette yasak meyveyi yediren kadın, Şeytan’ın telkinine, kışkırtmasına, oyununa gelmiştir.

Oysa daha öncesinde bereketle, doğurganlıkla, üretkenlikle özdeştirilen bir dişil kutsallık, insanlığın tahayyül dünyasına binlerce yıl damga vurmuş, aynı doğrultuda yılan da bilgiyle-bilgelikle-ölümsüzlükle özdeş bir kutsallık içinde kendini göstermiştir.

Yılan ilaçtır, yılan şifadır, yılan sağlıktır (ki günümüzde tıp ve hekimlik simgesi olarak kullanılması da buradan gelir).

Bu inançsal kodlama, Şahmaran’da da karşımızdadır. Şahmaran bilgedir, güzeldir, hikmet sahibidir ve dişidir. Evrendeki bilgilerin tamamına hâkimdir. Hakikatin yanında, gerçeğin yolunda, sevginin koynundadır. Lokman Hekim’e hangi bitkinin hangi hastalığa iyi geldiğini ve ilaçların nasıl hazırlanacağını anlatandır.

Şahmaran ve yılanları insana düşman değil, insan onlara düşmandır. İnsandan bin yıllar boyunca sadece ve sadece ihanet gördüğü için kaçan, ülkesini ve yılanlarını sürekli farklı yerlere taşıyan bir tanrıçadır o…

En önemlisi ve çarpıcısı, Şahmaran için bilgi, gücüne güç katmak için kullanacağı bir iktidar aracı değildir. Oysa insan için, bugün de gayet iyi bildiğimiz üzere tam da böyledir: Bilgi güçtür/iktidardır. Tıpkı eril ve ataerkil bir itkiyle doğa üzerinde bilimle-teknolojiyle kurulmuş korkunç tahripkâr tahakkümün çok açık seçik gösterdiği gibi…


Ekofeminist açılımlar

Bu tarihsel-kavramsal altyapı temelinde Şahmaran, ataerkil tahakkümün yıkıcı pratiğinin mağduru iki varlık alanı olarak kadını ve doğayı gözeten, savunan ve onlar için mücadeleyi imleyen bir motivasyonla kotarılmış, dolayısıyla “ekofeminist” açılımlara sahip bir yapıt izlenimi bırakıyor.

Binlerce yıldır “insan-oğlu” tarafından hor görülen, aşağılanan, eziyet edilen; onun hegemonyası altında aynı “kader”i paylaşan kadının ve doğanın kurtuluşunun birbirinden bağımsız olamayacağı; bu nedenle “eril insan-merkezcilik” karşısında “dişil çevremerkezcilik” hedefiyle feminist ve çevreci hareketlerin birlikte mücadele hattında buluşmaları gerektiği iddiası, ekofeminizmi ayırt eder.

İlginçtir ki ekofeminist akım daha önce de bazı inanç ve mitolojilerden beslenmiştir ve bunlar arasında “GAİA Hipotezi”ni zikretmekte yarar vardır.

“Şahmaran Hipotezi”

Yunan Mitolojisi’nde, başlangıçtaki boş ve sonsuz KAOS’tan var olmuş ve kendiliğinden dağları, denizleri ve gökyüzünü doğurmuş ilk tanrıça GAİA’dan adını alan GAİA Hipotezi, yeryüzünün kendi kendine verimli ve dengeli işleyiş içinde eşsiz bir organik bütünlük olduğunu ileri sürer. Bağlantılı olarak, yukarıda kaydettiğimiz üzere eril insanmerkezcilikten dişil çevremerkezciliğe yönelme yolunda, GAİA-vari bir ana rahmi gibi doğanın içinde yaşayan, ona bağımlı bir insanlık halini kadının da doğanın da kurtuluşuna götürecek ekofeminist bir formül olarak sunar.

Peki, “GAİA Hipotezi” olur da “ŞAHMARAN Hipotezi” olmaz mı?!..

Netflix’ten seyre sunulan dizi, bunun olabilirliği üzerine düşünce kışkırtıcı bir akışla seçkinleşiyor.

“Halkların inanç kardeşliği” denilebilecek Hıdrellez üzerinden, bir doğa tapımı olan paganizme de onun inanç pratisyenleri cadılara da çağrışımlar üreten “ateşli” sekanslarla…

Ama ondan öte asıl bütün çağların cadılarının tanrıçası da sayılabilecek bir başka motifin, deyiş yerindeyse küllerinden doğuşunu müjdeleyerek;

Yukarıda değinilen ataerkil-tektanrıcı dinlerin resmi-kutsal metinlerinin dışında kalmakla birlikte Sümer’den Babil’e, İran’dan Mısır’a bu inançlara köken teşkil eden tarihsel-coğrafî kesitte bol bol dillerde dolaşıp Yahudi-İbrani mitolojisinde de kaydı tutulmuş bir başka dişi “arketip”in ayak seslerini gümbür gümbür duyurarak;  

Yani Tanrı’nın, Havva’dan önce Âdem’le aynı topraktan yarattığı, dolayısıyla erkeğiyle eşit olduğu için ona tabiyeti de itaati de reddeden ilk karısı, “Bilge-Yılan”ın da yoldaşı Lilit’i hikâyenin içine katarak…

Böylece Şahmaran’dan Lilit’e ekofeminist bir “pop-mitolojik” yol alış içinde seyri devam edecek gibi görünüyor dizinin…


“Antroposen” bitti, beyim!

Bununla birlikte Şahmaran’ın böylesi ekofeminist bir duyarlılık ve dinamizmin ötesine geçerek bize “ekoterörist” esintiler sunmaktan geri kalmadığını da söylemek mümkün…

Yazımızın başında o müthiş ürkütücü sözüne yer verdiğimiz Amerikalı yazar, düşünür ve radikal-çevreci aktivist Edward Abbey’i adeta bir peygamber düzeyine yükseltmiş ekoteröristler, çevreci hareketin en uç ve aşırı noktasında yer alarak doğayı kurtarmak için artık bıçağın kemiğe çoktan dayandığı düşüncesiyle tek yapılacak olanın şiddete başvurmak olduğu kanısındadırlar. Kereste şirketlerinin traktörlerini bombalamaktan, kesilecek ağaçlara gizlice kama gömüp elektrikli testerelerin kırılmasına, onları kullananların da yaralanmasına yol açan pek çok eylemin içerisindedirler.

Ekoteröristler için insan, en tehlikeli doğa zararlısıdır ve onlar insanı doğayla uyumlu hale getirene kadar zor kullanma, şiddet, terör, ne gerekirse yapılması gerektiğine inanmaktadırlar. Tıpkı dizide insan postuna bürünmüş “Marlar”dan Miraç’ın (Ekin Gökgöz) bir insana zarar verme yoluna girmişken kendisini dizginlemeye çalışan, liderleri pozisyonundaki Maran’a (Burak Deniz) öfke dolu sarf ettiği şu sözlerde de karşılığı bulunabileceği gibi:

“Yetti! İnsan devri bitti, beyim… Bitti! Altını üstüne getirdiler dünyanın… İçine sıçtılar! Madem sensin en tepemizdeki; en kutsal sensin, söyle!.. Biz de haklı değil miyiz?.. Biz daha güçlüyüz. Hakkımız istiyoz biz! Yetti lan!..”

Burada konuşan, sadece “Yılanlar” adına mı konuşmaktadır?.. Yoksa jeolojik zamanın adı bile Antroposen, yani evet, “İnsan Devri” olarak kendisi üzerinden konur hale gelmiş; varlığı, 4 buçuk milyar yaşındaki dünyanın varlığının binde birine denk gelen; kendi varlığının on binde birine denk gelen son 250 yıllık (endüstriyel) dönemde de “yeryüzüne ölümü indirmiş” insana karşı canlı-cansız tüm varlıklar, topluca doğa adına mı konuşmaktadır?..

Takdir de hissiyat da size kalmış!..


Şahmaran sevgiden yaptı, siz de öyle yapın!

Fakat hayır, ekofeminizmden ekoterörizme böylesine sapma riski karşısında, “Şahmaran ne yaptıysa sevgiden yaptı; sizden beklenen de odur” diyen dişil sesle dizi, insanı da topyekûn harcamadan bir denge oturtma seçeneğine doğru sabitlenir.

Elbette “dünya sadece insanın değil”dir. Ama Şahsu’yu (Serenay Sarıkaya) “Yılanların öcü/Marların selameti” için harcamaya da ona aşkla bağlanmış Maran dolayımıyla izin vermeyen bu doğaüstü fantezi ya da “poplorik efsane”, belli ki insandan hâlâ ümidi kesmeyen bir iyimserlik içinde akıbete akmaya devam edecek gibidir.

Haydi rastgele, diyelim!.. 

(Yararlanılan Kaynaklar: Aydan Sümercan, Tanrıçanın Gölgesinde, Lâl Kitap, 2012;  Behçet Necatigil, Mitologya, YKY, 2017; Brian Morris, Din Üzerine Antropolojik İncelemeler [Çev. T. Atay], İmge, 2004; Fiona Bowie, The Anthropology of Religion-An Introduction, Blackwell, 2006; Mehmet Korkmaz, Zerdüşt Dini/İran Mitolojisi, Alter Yayıncılık, 2010; Nimet Yıldırım, Fars Mitolojisi Sözlüğü, Kabalcı, 2006; Sargut A. Tont, Sulak Bir Gezegenden Öyküler, TÜBİTAK, 2001; Sedat Veyis Örnek, 100 Soruda İlkellerde Din, Büyü, Sanat, Efsane, Gerçek Yayınevi, 1971; Tayfun Atay, Din Hayattan Çıkar: Antropolojik Denemeler, İletişim, 2019//Doğadan Duaya: İnancı Gözlemlemek, Oğlak, 2020//Yeryüzüne Ölümü İndirdik Gülüm: Homo Demonus Üzerine Antropolojik Serzenişler, 2022.)

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde fizik antropoloji öğrenimini tamamladıktan sonra (1983) aynı üniversitede paleoantropoloji alanında yüksek lisans yaptı (1986). Sonrasında Londra Üniversitesi Doğu ve Afrika Çalışmaları Okulu’nda (SOAS) sürdürdüğü lisans-üstü eğitiminde Yakın ve Orta Doğu Çalışmaları (Area Studies: Near and Middle East) programında sosyal antropoloji odaklı olarak ikinci yüksek lisans derecesini aldı (1990). Ardından aynı okulun Antropoloji ve Sosyoloji bölümünde “din antropolojisi” alanında doktorasını tamamladı (1994). 1984 yılında Hacettepe Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde başlayan akademik yaşamında 1988-1994 yılları arasında lisansüstü çalışma amacıyla Londra’da bulunduktan sonra Hacettepe-Antropoloji’ye geri dönerek 2000 yılında doçent oldu. Ardından Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Halkbilim ve Etnoloji Bölümü’ne geçiş yaptı ve burada profesör oldu (2006). Uzun yıllar Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde antropoloji dersleri verdi ve ODTÜ’de 2007’de eğitim-öğretime açılan Sosyal Antropoloji yüksek lisans programının hazırlık ve uygulama aşamalarına katkıda bulundu; bu program çerçevesinde ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nde 2014 yılına kadar ek-görevli öğretim üyesi olarak çalıştı, dersler verdi. 2003-2004 yılları arasında Can Dündar’la birlikte Milliyet gazetesi bünyesinde “Milliyet-Popüler Kültür” ekini çıkardı. Sonrasında 2006-2008 yılları arasında BirGün gazetesinde, 2009-2011 ve 2018-2020 yılları arasında T24 internet gazetesinde, 2011-2015 arasında Radikal gazetesinde ve 2015-2018 yılları arasında da Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yaptı, aynı gazetede 2018 yılı başında yayıma giren “Cumhuriyet PA7AR” ekinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Halen Gazete Pencere’de yazmakta ve “Pencere Pazar” ekinin yayın yönetmeni. Bunun yanı sıra Youtube üzerinden yayın yapan Bidebunuizle kanalında gazeteci Yavuz Oğhan’la “Büyük Resim” adlı programı izleyiciyle buluşturuyor. Diğer eserleri: Batı’da Bir Nakşi Cemaati: Şeyh Nâzım Kıbrısî Örneği, İletişim, 1996 (2. baskı, Berfin, 2011); Yaşasın Meşhuriyet Çağı-Popüler Kültürden Kitle Kültürüne Türkiye İzlenimleri, Epsilon, 2004; Din Üzerine Antropolojik İncelemeler (Brian Morris’ten çeviri: Anthropological Studies of Religion) İmge, 2004; Göl ve İnsan – Beyşehir Gölü Çevresinde Doğa-Kültür İlişkisi Üzerine Antropolojik Bir İnceleme, Kalan, 2005; Türkler Kürtler Kıbrıslılar – İngiltere’de Türkçe Yaşamak, Dipnot, 2006; Çin İşi Japon İşi – Cinsiyet ve Cinsellik Üzerine Antropolojik Değiniler, İletişim, 2012 (Genişletilmiş 2. baskı, 2018); A Muslim Mystic Community in Britain – Meaning in the West and for the West, EHV, 2012; Parti, Cemaat, Tarikat – 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri, Can, 2017 (2. baskı 2017); Görünüyorum O Halde Varım: Meşhuriyet Çağı’nda Kültür ve İnsan, Can, 2017 (2. baskı 2018); Doğadan Duaya: İnancı Gözlemlemek, Oğlak, 2020.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top