Engin Polat’ın, eşi Dilan’la katıldığı bir etkinlikte paraları havaya savurduğu ve ardından bir para yağmuru da yağdırdığı görüntüsüyle, Ogün Samast’ın emniyetçiler arasında elinde bayrak gülerek poz vermeye davet edilen görüntüsü, aslında aynı madalyonun iki yüzü… Bu madalyon, bir hayatın simgesi. Benim adını hanidir “Meşhuriyet Çağı” koyduğum bir hayatın, daha doğrusu bir “çağ yangını”nın görüntüsü bu… Ve aynı zamanda bu, geniş bir yelpaze… Yelpazenin bir ucunda Ağca’lar, Kırcı’lar, Samast’lar; ayrıca Çakıcı, Peker, Muhammed Yakut gibi figürler var. Diğer ucunda da işte Engin’ler, Dilan’lar, Bahar’lar, Nilay’lar var.
Rakel Dink, Hrant’ın katli sonrası yaptığı konuşmada katilin 17 yaşında (“çocuk”) olmasına binaen, “17 veya 27, katil kim olursa olsun, bir zamanlar bebek olduklarını biliyorum; bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim” demişti.
Bugün geldiğimiz noktada şunu eklemek gerekir:
Bir katilden bir “şöhret” yaratan, yaratacak, yaratabilecek karanlığı sorgulamadan da hiçbir şey yapılamaz!..
Elbette bu farklı bir karanlık.
Parlak neon lambalarıyla ışıl ışıl, göz alıcı, baktıkça körleştiren bir “elektronik karanlık”…
Kötülüğün reytingi
Abdi İpekçi’nin katili Mehmet Ali Ağca hapisten çıkıp serbest kaldığında da bu ülkede şimdi Ogün Samast’ın tahliyesinde olduğu gibi yer yerinden oynamıştı. Tabii bununla bağlantılı olarak ekranlarda Ağca’nın görüntülendiği her haber, her kare, her saniye izlenme rekorları kırdı. İnsanlar öfkenin, dehşetin, nefretin, kötünün ya da kötülüğün “çekiciliği” ile elektron tanecikleri arasında nerede-ne zaman Ağca’dan söz edilse gözlerini ekranlara sabitlediler.
Sonra ne mi oldu? Yapımcı Fatih Aksoy, Ağca’yı bir televizyon programında “değerlendirebileceği” anlamına gelen sözler sarf etti. Ona bir programda jüri üyeliği teklifi götürmeyi düşünebileceğini belirtti.
Çünkü Aksoy, ekran kurdu bir pragmatist (“yararcı”) olarak gayet iyi biliyordu ki ahlâkî, insanî, vicdanî “takıntılar” bir yana bırakıldığında Ağca “yararlı”ydı. Onunla tam anlamıyla bir “televizyonculuk başarısı”na imza atılabilirdi.
“Samast Şov” olursa, şaşırmayın!
Tabii Aksoy’un fikrini içtenlikle ifade etmiş olması noktasında hakkını teslim etmek gerekir. Çünkü aynı dönemde kuvvetle muhtemel ki anlı şanlı nice kanal yöneticisi, sunucusu, moderatörü de Ağca ile bir canlı yayın düşünü içi içine sığmayarak kuruyor, ama bunu açık etmiyordu.
Bugün yine kuvvetle muhtemel ki televizüel ve dijital ekranlarda boy gösteren ve gözü reyting, görüntüleme sayısı, “beğeni butonu”ndan başka bir şey görmez olmuş pek çok şahsiyet de Samast’ı karşılarına oturtmak için kim bilir nasıl fırsat kollamakta, imkân yaratmaya çalışmaktadır.
Denilebilir ki Ağca için böyle bir şey olmadı. Doğru ama malum, Bahçelievler Katliamı hükümlüsü Haluk Kırcı için bal gibi de oldu.
Şimdi de Samast için neden olmasın?!.. Çünkü Samast’a baktıklarında bizim gibi bir katil değil, “şöhret” görenler var.
Hrant’ın, arkasından sinsice sokularak kurşunlanmasının ma’şerî vicdanda açtığı yarayla değil; katilin kamera önünde eline tutuşturulmuş bayrak eşliğinde kendisine “Aferin lan” diyenler arasında verdiği pozla, o pozun temaşakâr zihinlerde bıraktığı izle alâkadar olanlar var.

“Meşhuriyet” yelpazesinde kimler var?
Engin Polat’ın, eşi Dilan’la katıldığı bir etkinlikte paraları havaya savurduğu ve ardından bir para yağmuru da yağdırdığı görüntüsüyle, Ogün Samast’ın emniyetçiler arasında elinde bayrak gülerek poz vermeye davet edilen görüntüsü, aslında aynı madalyonun iki yüzü…
Bu madalyon, bir hayatın simgesi. Benim adını hanidir “Meşhuriyet Çağı” koyduğum bir hayatın, daha doğrusu bir “çağ yangını”nın görüntüsü bu…
Ve aynı zamanda bu, geniş bir yelpaze. Yelpazenin bir ucunda Ağca’lar, Kırcı’lar, Samast’lar; ayrıca Çakıcı, Peker, Muhammed Yakut gibi figürler var.
Diğer ucunda da işte Engin’ler, Dilan’lar, Bahar’lar, Nilay’lar var.
Arada da neler neler yok ki!.. Mesela, günlerce “Müge Anlı ile Tatlı Sert”e bir cinayet şüphelisi olarak katılıp, sonra “şov” içinde, canlı yayında “fail” olduğu açığa çıkınca stüdyodan polisler eşliğinde ayrılanlar… Böylece caniliği şöhretle sarmalayarak hapsi boylayanlar…
Ya da uzatmalı sevgilisi, oyuncu Vatan Şaşmaz’ı otel odasında öldürüp sonra da kendini öldüren, böylece hanidir kaybettiği şöhreti ölerek ve öldürerek yeniden yakalayan eski manken Filiz Aker gibi, adeta “Ölüm, adın şöhret olsun” diyenler…
Candan’lar pare pare!
“Meşhuriyet Çağı” böyle… Bu çağda insan şöhrete değil, şöhret insana sahip!..
O yüzden Bahar ve Nilay Candan kardeşler de şöhret tutkusuyla çırpındılar durdular. “Bu Benim Tarzım”dan, “İşte Benim Stilim”e, oradan “Survivor”a, yani bir “realite”den öbürüne kendilerini seyrettirme derdiyle seyirttikçe seyirttiler.
Sonunda, dediğimiz gibi, onlar şöhrete değil, şöhret onlara sahip oldu ve sabun köpüğü misali parlayıp sönmelerinin bir olduğu tele-ekranlardan dijital platformlara, sosyal medyaya sürükledi onları… Oradan da işte suç çetelerinin ağına düşürdü.
Adına şov dünyası denilen “illüzyon” içinde gerçekliklerini öylesine kaybetmişler ki onlar, şimdi mahkeme koridorlarında yeniden buldukları, ama paramparça olmuş şekilde yüzlerine çarpılan gerçeklikleri karşısında sinir krizi geçiriyorlar.
Homo videns’in kara deliği
Sözün özü, ölümün de cinayetin de suçun da rezillik-kepazeliğin de intiharların ve sinir krizlerinin de bir şöhret yanılsaması/aldatmacasında “mütemmim cüz” olmaktan öte anlam ifade etmediği bir hayatın içindeyiz.
Katillerle “fenomen”leri aynı potada eriten bu “Meşhuriyet Çağı”nda Andy Warhol’un “Bir gün herkes 15 dakikalığına meşhur olacak” öngörüsünün, gerçekleşme ötesinde, aşıldığı noktadayız. Mezarlıkların girişinde yazılı “Her canlı ölümü tadacaktır” lafzından esinle söylemek gerekirse, “Her canlı şöhreti tadacaktır” deyişinin geçer akçe olduğu günlerdeyiz.

Bağlantılı olarak ve yine mezarlıklardan esinle, şöhretin aslında yaşarken ölmek olduğu bir zamandayız.
Böyle bir zamanda “ekran”, Homo sapiens (düşünen insan) olmaktan Homo videns (seyreden insan) olmaya sapmış bir varlığın, görme ve görünme derdinde, istekle ve arzuyla içerisine dalmak istediği bir kara delik.
Başta dediğimiz gibi, ışıl ışıl, pırıl pırıl, rengarenk, göz alıcı, göz kamaştırıcı, göz “karartıcı” bir delik.
Bir elektronik karanlık…
