“En yakın arkadaştan olur en kötü düşman”: Netflix’ten bir astral gerilim

Netflix’in yeni mini dizisi Gözlerinin Ardında bize diyor ki dikkat et! En büyük ve tehlikeli düşman, en yakınında ve arkadaşın olandır!.. Tıpkı Voltaire’in “Tanrım, beni dostlarımdan koru; düşmanlarımın icabına ben bakabilirim” demesi gibi… Tıpkı bir Çin atasözünün dostları, tehlikeli bir hayvanın çenelerine ve dişlerine benzetmesi gibi… Hemen hiç kimse yoktur ki bir arkadaşının, kardeşi ya da evladı gibi sevdiği, en yakınına soktuğu, hatta hayatının akışını olumlu yönde değiştirdiği birilerinin ihanetini deneyimlememiş olsun; bir de bizden bir deyişle, bağrında yılan beslememiş olsun!..

Netflix’in İngiliz yapımı mini dizisi Gözlerinin Ardında (Behind Her Eyes) Türkiye’de bayağı sevildi. İki haftadır en çok izlenen ilk 10 sıralamasında zirvede o. Oysaki dizi kendi ülkesinde bu ölçüde bir ilgiye de hiç mi hiç övgüye de mazhar olmadı. Sarah Pinborough’un aynı adlı romanından uyarlama altı bölümlük dizi için “6 saati boşa harcamış olmak” şeklinde sert yakınmalara eleştirilerde kayıt düşülmesi söz konusu. Finalde karşımıza çıkan korkunç sürprize kadar bölüm bölüm gizeme boğulu bir sıkıcılık içinde vakit öldürüldüğünü belirtenler var. Tabii bu sıkıcılığı aşma ve seyirciyi finale kadar oyalayıp elde tutma yolunda bir hayli sekse abanıldığı da ileri sürülebilir.

Tabii bizim ellerde zaten feci uzunlukta, özeti ile birlikte iki prime-time’ı (20:00-24:00 arası) dolduran dizi sunumuna alışmış bir seyirci topluluğu açısından böylesi 50’şer dakikalık 6 bölümden oluşan bir yapım tabiri caizse çerezden sayılır! O yüzden bunun çok dert edildiği söylenemez.

Bense diziyi, evet, yer yer sıkılarak ama yine de sonuca dönük merakla, ilgimi diri tutarak izledim. Naçizane kanaatim, ortalama iki saatlik şahane bir sinema filmi olarak sunulsa çok daha seçkinleşebilecek bir yapıtın altı bölümlük bir dizi formunda sündürülerek bu fırsatı kaçırdığı şeklinde. Fakat her ne olursa olsun Gözlerinin Ardında ne sıfırlanabilecek ne de üzerinde durulmaksızın es geçilebilecek bir yapıt.

(Spoiler! Bu kısmın dizi izlendikten sonra okunması önerilir)

Bir psikoterapi kliniğinde sekreter olarak çalışan Louise’in (Simona Brown) yolu Brighton’dan Londra’ya taşınmış evli bir çiftle bir yandan duyguyla diğer yandan tutkuyla kesişir. Louise önce bir barda rastlaşıp flörtleştiği ardından çalıştığı klinikte yeni işe başlayan doktor olarak karşısında gördüğü David’le (Tom Bateman) şehvetli bir aşka düşerken, David’in eşi Adele (Eve Hewson) ile de yine tesadüfi gibi görünen (ama hiç mi hiç öyle olmadığını daha sonra irkile irkile anlayacağımız) bir tanışma sonrası şefkatli bir arkadaşlığa yelken açar. Dizinin “pivot” karakteri Adele, daha doğrusu onun belirsizliklerle, sırlarla, sorunlarla dolu hayatı… Ve Adele’in geçmişine sürekli geri-dönüşler aracılığıyla da onun bir psikiyatri merkezinde tedavi gördüğü zamandan itibaren “can dostu” olarak beliren ve beklenmedik bir şekilde hayatını kaybetmiş Rob (Robert Aramayo) ile tanışıyoruz.

Dizi, Adele ve Rob’un birbirlerinin ruhsal yaralarına merhem olma yolunda alabildiğine idealize, neredeyse kutsal resmedilen, adeta aşktan da üstün arkadaşlıklarını sürekli flashback’ler eşliğinde seyrimize düşürüp sırra dönük merakımızı alabildiğine kamçılayarak yol almakta. Giderek, önce Adele’in ta en baştan Louise ve David arasındaki ilişki de dâhil her şeyi bildiğini, çünkü müthiş bir “astral seyahat” yetenek ve yetkinliğinde olduğunu anlıyoruz. Sonra Adele bu astral yetenek ayrıcalığı”ndan, zaten buna yatkınlığı olan Louise’i de nasiplendirir, ama elbette bunun bir nedeni vardır ve sonuçları da olacaktır! Bu arada yine flashback’ler eşliğinde netleşir ki Adele aynı ayrıcalıktan zamanında Rob’u da nasiplendirmiş ve elbette bunun da “sonuçları” olmuştur!..

Astral bir aşk/kıskançlık cinayeti

“Astral beden”, kabaca tanımlamak gerekirse, insanın ruhsal ve fiziksel varlık bileşenlerinden oluşan ikili yapısı dışında, bunlara ek olarak var olduğu ileri sürülen, bir ışık huzmesi gibi yahut yıldızımsı parlaklıkta bir üçüncü bileşene verilen ad. İnsanın kanlı-canlı, etten-kemikten yapılma fiziksel bedeninin aynısı o, ama çok daha ince ve geçirgen bir yapıda olup parlak-ışıltılı bir görüntüye sahip. Astral beden bir takım mistik pratik-egzersizler sonucu fiziksel bedenden ayrılıp serbestçe dolaşabilir; yani seyahat edebilme, taş beton, tahta, demir-çelik her tür katı engelden, duvarlardan-tavanlardan-çatılardan geçebilir; böylece fiziksel beden için görülmesi-bilinmesi imkânsız her şeyi görebilir, izleyebilir, öğrenebilir.

İşte Adele, her ne olup bittiyse David ve Louise arasında, bunu astral yolla öğrenmiştir; tıpkı David’in daha önce yaşadığı başka benzeri ilişkileri de aynı şekilde çözdüğü ve sonrasında “caydırıcı yaptırımlar”da bulunduğu gibi. Louise de neticede böylesi bir yaptırımlara talihsizce ölümüne maruz kalır.

Astral beden ve astral seyahat elbette başlı başına derin mi derin bir mistik-ezoterik (“batınî”) mevzu ve burada ne kadar gerçekliğin ne kadar fantezinin içindeyiz, o da ayrı bir mesele ve tartışma... Gel gelelim dizi bütün sırları ürpertici, dehşetengiz bir finalle ifşa ederken bizi fanteziden alabildiğine uzak bir noktada, insan varlığının, insanlık durumunun, insanî ilişkilerin en korkunç gerçekliklerinden biri ile efkâr içinde baş başa bırakarak noktalanıyor. Şöyle ki Adele, canından bir parça saydığı Rob’un ölümcül ihanetine uğrayarak “astral bir cinayet”e kurban gitmiştir. Sebep, Rob kendisine alabildiğine yakın olduğu, dolayısıyla görüş mesafesi sıfırlandığı için fark edemediği kıskançlığıdır.

Rob, David’e âşık olmuş, Adele’in onunla beraberliğini kıskanmış, bu kıskançlık doğrultusunda Adele ile bir astral seyahat seansında beden değiş tokuşu yapıp, ardından artık kendisinin fiziksel bedenine hapsolmuş Adele’i öldürerek astral varlığı ile ama Adele bedeninde David’e “vâsıl olmuştur”.

Tabii sonrasında Louise’e tutku ile bağlanmış David’i yine kaybetme tehlikesi belirdiğinde de Adele formundaki Rob, bu defa “astral takas”ı Louise ile yapmış ve artık Adele’in bedenine hapsolmuş Louise’in hayatına son verip David’i “Louise” olarak yine elde tutmuştur.

Arkadaşın, nerene vuracağını çok iyi bilir!

Gözlerinin Ardında bize diyor ki dikkat et! En büyük ve tehlikeli düşman, en yakınında ve arkadaşın olandır!.. Tıpkı Voltaire’in “Tanrım, beni dostlarımdan koru; düşmanlarımın icabına ben bakabilirim” demesi gibi… Tıpkı bir Çin atasözünün dostları, tehlikeli bir hayvanın çenelerine ve dişlerine benzetmesi gibi… Tıpkı 12’nci yüzyıl İngiltere kralı II. Henry’nin metresi Diane de Poitiers’in, “İyi bir düşmana sahip olmak için bir arkadaşınızı seçin; o nereye vuracağını çok iyi bilir” demesi gibi…

Adele, hayatı baştan sona hicrandan ibaret Rob’a beraber bulundukları tedavi merkezinde onun her derdine derman, şifalı bir arkadaş oldu. Onu adeta yoktan var etti, yakınına aldı, âşık olduğu adamla tanıştırdı ve aşkından ayırt etmezcesine hayatının bir parçası, canının yongası yaptı.

Rob ise Adele’in onu hayata bağlayan yardım ve desteğinin kendisine yük olduğunu da hisseder hale geldi, Adele’in David’le ilişkisine de mutsuz bir hayranlıkla bakar oldu.

Malûm, mutsuz hayranlığa kıskançlık denir. Ve kıskanan, eğer aldığınız soluk kadar yakınınıza girmişse, işte arkadaşlık ve sevginin kör ettiği gözleriniz ancak sizi ölüme yollayan iğneyi damarınıza şırınga ederken, üstelik sizin bedeninize bürünmüş halde onu görebilir.

Sanırım hemen hiç kimse yoktur ki bir arkadaşının, kardeşi ya da evladı gibi sevdiği ve en yakınına soktuğu, hayatının akışını olumlu yönde değiştirdiği birilerinin ihanetini, arkasından sapladığı bıçağı deneyimlememiş olsun… Bizden bir deyişle, bağrında yılan besleme durumu yani.

Gözlerinin Ardında’nın kurgusal başarısını Adele’in bağrında beslediği böylesi bir “yılan”ı gözlerden özenle ve ustalıkla son ana kadar ırak kılabilmiş olmasında aramak gerekir.

“Kimsecik” Rob

Rob’un David’e ölümüne bağlılığı nedeniyle Adele’den Louise’e süre gelmiş astral cinayetleri acaba dizinin ikinci sezonu karşımıza çıkarsa nereye varır?.. Bu soruya da dizinin sonuna vardığımda zihnimde çağrışımını engelleyemediğim, edebiyatımızın abidesi yaşar Kemal’in Kimsecik roman üçlemesinin ilki olan Yağmurcuk Kuşu’dan hareketle spekülatif bir cevap vererek noktalayalım.

Usta yazarın 1980’de yayımlanmış eseri, roman kahramanı İsmail Ağa’nın Birinci Dünya Savaşı sırasında Van’dan göç ederken yolda karşılarına çıkan, kafasında irinli kurtlanmış yaralar olan ve adeta canlı canlı çürüyerek ölüme doğru giden 12 yaşlarında bir çocuğu hayata döndürüp evlat edinmesi ekseninde şekillenir. Salman adı verilen çocukla babası İsmail arasında müthiş bir sevgi, hatta sevgiden öte bir aşk oluşmuştur adeta. Salman İsmail’i taparcasına ve elbette hiç kimseyle paylaşmamacasına sevmektedir ve elbette İsmail için de hisler karşılıklıdır. Romandan okuyalım:

“Salmanın sevgisiyse bambaşkaydı, onun sevgisi bir tapınma, bir sonsuz hayranlıktı. Salmanın dünyası yalnızca oydu. Salman bu dünyada ondan başka hiçbir şey düşünmüyor, her adımını onun için atıyor, her devinimi onun için oluyordu. (…) Salmanın ne Tanrısı, ne anası babası, ne hiçbir kimsesi, ne köyü, ne köylüsü, ne kardeşi, ondan başka hiçbir şeysi yoktu. Bundan dolayı kanının her damlasında onu yaşıyor, onu duyuyordu. Belki aşk dedikleri buydu. (…) Salman kendisini soluyordu. (…) İsmail Ağa kendini bildi bileli, Salman onun tek mutluluğu olmuştu. Ne karısı, ne anası, ne kardeşleri, hiçbirisi, ne de [öz oğlu] Mustafa onun bu kadar yakını, sevgisi dostluğu içini titreten bir aşk olmamıştı.”

Fakat sonuçta İsmail Ağa sadece Salman’ın değildir. Başkaları vardır İsmail’e bağlı olan ve onun da bağlı olduğu; özelikle Salman’ın evlat edinilmesi sonrasında doğan öz oğlu Mustafa… Ve bu süreç Salman’ın hayatını altüst eder. Üstelik delikanlı olduğu aşamada İsmail Ağa’ya vurgun bir kadına (Dal Emine) tutkuyla bağlandığında babasıyla rakip de olur. Bir aşk dolambacı, kıskançlıkla da sarmalanmış vaziyette Salman’ın ruhunu iyice işgal eder.

Romanın bir dolu psikolojik dokundurması var ve burada ayrıntılandırıp çözümlemeye açmak zor. Ama neticede Salman yukarıda aktardığımız satırlarda betimlendiği üzere büyük bir sevgiyle, hatta aşkla bağlı olduğu ve kimselerle paylaşamazken bir de üstelik şehvetli bir ilişkiye girdiği kadınla paylaşma durumunda kaldığı, “aldığı nefes” derecesindeki insanı, İsmail Ağa’yı öldürür, kaçar. (Üçlemenin devam romanlarında da İsmail Ağa’nın ailesinin, özellikle oğlu Mustafa’nın, kayıplara karışan Salman tarafından öldürülme korkusu işlenir.) 

Yaşar Kemal’in insan üzerine keskin, derin ve yakıcı mahiyette düşünmeye sevk eden romanı dolayısıyla fikir, daha doğrusu ihtimal yürütmek gerekirse, Gözlerinin Ardında devam eder de yeni sezonda Rob’un astral kurbanı David olursa şaşmamak gerekir!..

(KAYNAKLAR: Richard Cavendish (Ed.), “Astral Body”, Man, Myth and Magic, Vol:1, BPC Publishing, 1970; Robert Greene, İktidar: Güç Sahibi Olmanın 48 Yasası, Altın Kitaplar Yayınevi, 2000; Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu/Kimsecik 1, YKY, 2004.)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Tayfun Atay Arşivi