Newton’ın yaratıcılığı elmanın neden yere düştüğünü sormasında yatmaz; yaratıcı olan, elma yere düştüğü halde neden Ay’ın yeryüzüne düşmediğini sorgulamasıdır
Bir primat türü olarak bugünkü uygarlığımızı neye borçlu olduğumuzun bir dökümünü yapmaya kalksak sayabileceğimiz çok şey var kuşkusuz. İki ayak üstünde yürümeye ve ellerimizi kullanmaya başlamamız herhalde ilk sayılması gereken; buna ek olarak, aşırı gelişmiş fiziksel özellikleri olmayan ama uyum yeteneği yüksek bir primat olmamız, küçük topluluklar oluşturarak işbirliği yapabilmemiz, ter bezlerimizin gelişmesiyle -yırtıcıların dinlendiği- gündüz saatlerini aktif olarak kullanabilmemiz ve uzun mesafeler kat edebilmemiz, konuşabilme yeteneğini geliştirebilmemiz gibi etmenler de sayılabilir hemen ardından. Ancak bunların çoğu çevre koşulları -ve evrimin- karşı konulamaz itkisiyle gerçekleşen ve beyin dahil, bedenlerimizde fizyolojik değişimlere yol açan dış koşullardan kaynaklanır.
Yaratıcı Primat
Tüm bunlara bir de yaratıcılık özelliğimizi eklemek gerek; sağ kalmamızı, uzun bir sopayla ağaçların yüksek ve ince dallarındaki meyveleri düşürmeyi ilk akıl edenlere de borçluyuz; keskin bir kaya parçasını et ya da sopa kesmekte, kendini savunmakta kullanabileceğini ya da benzer bir aleti iki kayayı birbirine vurarak kendi üretebileceğini düşünenlere de öyle. Önce doğal orman ve çayır yangınlarından geride kalmış tütmekte olan odun parçalarının yardımıyla ateş yakıp onu canlı tutabilen, sonra da iki tahta parçasını birbirine sürterek ateş yakmayı başarabilenler de var yaratıcılık listemizde. Günümüze yaklaşırsak, yaban öküzünü, koyunu, keçiyi evcilleştirmeyi ilk düşünenleri de saymadan geçmeyelim; yabani arpa ve buğday danelerini toprağa gömerek ilk tarımı başlatanları da. Sonra ağır nesneleri, ağaç kütükleri üzerinde yuvarlamak yerine ortadaki mil çevresinde dönen bir tekerlek yapmayı akıl edenler, sayı ve adları göstermek etmek üzere ıslak kilden bir tablete işaretler koyan ve yazıyı bulanları da unutmayalım.
[Bunlar arasında heybeyi ilk bulanın hep unutulduğunu düşünüyorum. Milyonlarca yıla uzanan tür geçmişimizin çok büyük bir bölümünde avcı -ve çoğunlukla- toplayıcıydık. Sabah kamp alanından, meyve, bitki kökü, kuş yumurtası toplamaya çıkan kadınlar, topladıklarını kilometrelerce uzakta kalan kampa nasıl geri taşıyabildiler, hiç düşündünüz mü? Heybeden önce beraberlerinde taşıyabildikleri çok fazla değildi kuşkusuz, sonra birisi -büyük olasılıkla- önce hayvan derisinden, sonra da ince kamışa benzer otları örerek heybe yapmayı akıl etmiş olmalı. Araştırmacılar, genetik havuzumuza bakarak, kimi dönemlerde Homo Sapiens nüfusunun birkaç yüz bireye kadar düşmüş olduğunu tahmin ediyorlar. Elle yapabileceğinden daha çoğunu heybeyle taşıyarak fazlasını sonrası için biriktirebilmek; yeni bir alana göçerken yanlarındaki yiyecek ve küçük aletleri de birlikte götürebilmek, türümüzün hayatta kalmasına düşündüğümüzden çok daha önemli bir etki etmiş olabilir.]
Fiziksel olanların dışında, saydıklarımızın tümünü yaratıcılık yeteneğine sahip bir primat olmamıza borçluyuz. Bunlardan birkaçı olmasaydı, daha Afrika savanalarındayken soyu tükenmiş onlarca insansı türünden biri olmamız işten bile değildi.
Yaratıcı Beyin
Yaratıcılık, beynimizin bir işlevi kuşkusuz, evrimin daha yaratıcı olanları ödüllendirmesiyle, türümüzün her bireyi belirli ölçülerde bu yeteneği taşıyor günümüzde de; ama henüz nasıl işlediğini, o kutsal kıvılcımın ne zaman ve hangi koşullarda çakıverdiğini tam olarak bilmiyoruz. Bildiğimiz, yaratıcılığın, beyindeki birden çok bölgenin katılımı ve işbirliği sonucu gerçekleştiği.
Yaratıcılık süreçleri, kasıtlı yani bilinçli olarak yapılan ve kendiliğinden olarak ikiye ayrılır; bunlar da kendi içlerinde bilişsel ve duygusal olarak bölümlenir. Bunların her birinde beynin daha aktif olan bölümleri farklıdır. Kasıtlı ve bilişsel (cognitive) yaratıcılık süreçlerinde baş aktör olarak beynin ön bölümündeki prefrontal korteks yer alırken, kendiliğinden ve duygusal yaratıcılık örneklerinde beynin sağ tarafıyla birlikte amigdala ve ön singulat korteks daha aktif rol oynar. Her durumda, tüm bu sistemlere beynin bellek deposu hipokampus da eşlik eder.
Bu kadarla da kalmaz, beynin “odaklanmış” yani bilinçli olarak bir konuya eğildiği durumla, dinlenmekte yani rölantide olduğu, serbest çağrışım ve hayallerle öne çıkan “gevşemiş” durumu arasında da büyük farklılıklar görülür. Bunlardan gevşemiş durumdaki beyinde “Hah işte!” ya da “Evreka!” diye çığlık attıran anlık yaratıcılık örnekleri daha sık görülür. Yalnızca anlık değil, üstünde uzun süre çalışılmış ve kafa yorulmuş konuların da hayal kurarken ya da uykuda çözülmesi seyrek değildir. Görünen o ki beynin yalnızca hayal kurarken değil uyku sırasında da aktif bölümlerinden oluşan “Varsayılan Ağ Modu-VAM” (Default Mode Network-DMN), uyanıkken birbiriyle pek konuşmayan bölümlerin serbestçe iletişim kurmalarına izin veren bir evre. Bu evredeyken, normalde prefrontal korteksin birbiriyle ilgisiz, bağlantısız olarak değerlendirerek bir kenara atacağı pek çok düşünce, görsel ya da işitsel bellek parçasının özgün bir “kolaj” oluşturabilmesi mümkün olur.
Bu şekilde, VAM’ın etkin olduğu uyku durumu ve rüyalar, yaratıcılığın daha özgürce at koşturabildiği bir düzlem sunar. Örnekleri vermek gerekirse, Paul McCartney ünlü “Yesterday” şarkısını rüyasında bestelediğini söyler örneğin; Dmitri Mendeleyev de elementlerin atom ağırlığına göre düzenlediği periyodik tablo düşüncesini ilk kez rüyada gördüğünü öne sürer; Mary Shelley’in “Frankenstein”ı da büyük ölçüde yazarın rüyalarına dayanarak yazılmış bir roman, yazarın söylediğine göre.
Newton ve Aristotales
Yaratıcılık konusundaki en bilinen öykülerden biri de, bir ağacın altında otururken Isaac Newton’ın başına düşen elmayla ilgili. Derler ki, Newton elmanın neden yere doğru düştüğünü sorusunu sorar ve bu kutlu soru, yerçekimi kuvvetinin bulunmasına kadar götürür genç fizikçiyi.

[Aslında öykünün aslı tam olarak bu şekilde değil. Newton’ın, içinde elma ağaçları bulunan bir bahçesi vardır, bu doğru; birinin altındaki oturma takımında çay içmeyi de sever genç adam; elmaların neden yere dik düştüğü konusuna kafa yormasına, ağaçtan yere düşen elmaları fark ederek başladığı da yanlış değil. Ama şu var ki elmanın -ya da ağır cisimlerin- neden yere düştüğü sorusunu ilk soran Newton değil. Aynı soru, Newton’dan iki bin yıl önce Aristotales tarafından sorulmuş ve kendince yanıtlanmıştır. Aristotales, ateş, hava, toprak ve su olarak sıraladığı dört temel elementin, kendi doğal yerleri olduğunu ve her cismin kendi elementine ait alana doğru hareket ettiğini öne sürmüştür; toprak grubuna ait olan taş o yüzden yere düşer ve hava grubundaki duman da o yüzden göğe yükselir (bu arada, bugünkü bilgimizle bu kuramın yanlış olduğu çok açık olsa da, izlediği gözlem, akıl yürütme, deney ve kuram aşamalarıyla Aristotales’in açıklamalarının bilimsel gelenek içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum). O nedenle, Newton’ın yaratıcılığı elmanın neden yere düştüğünü sormasında yatmaz; yaratıcı olan, elma yere düştüğü halde neden Ay’ın yeryüzüne düşmediğini sorgulamasıdır.]

(M.Ö.384-M.Ö.322)
Aslında anlatmak istediğim öykü, Apollo’nun, Eski Yunan’da sanatsal yaratıcılığın kökeni olarak görülen dokuz kızı; Calliope, Clio, Erato, Euterpe, Melpomene, Polyhymnia, Terpsichore, Thalia, Urania adlarını taşıyan ve her biri ayrı sanat dalına esin veren periler. Ama bu hafta yerimiz kalmadı; dokuz periyle haftaya devam edelim…