Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı

Eskiye rağbet olsa bit pazarına nur yağardı
Biraz uzun bir alıntı, lütfen sabırla okuyun:“Mevduat ve kredi faizine tavan koyarak baskılama ve faizleri enflasyonun altında tutma, bu sebeple kıtlaşan kredileri tercihli olarak belli alanlara tahsis etme ve sübvansiyonlu kredi...

Biraz uzun bir alıntı, lütfen sabırla okuyun:
“Mevduat ve kredi faizine tavan koyarak baskılama ve faizleri enflasyonun altında tutma, bu sebeple kıtlaşan kredileri tercihli olarak belli alanlara tahsis etme ve sübvansiyonlu kredi uygulama, finansal gelirleri ve işlemleri yüksek oranda vergilendirme, yüksek aracılık maliyeti, doğrudan sermaye piyasasından kaynak sağlanamadığı için reel sektörün banka kredilerine aşırı bağımlı olması, bankaların varlık kalitesinin bozulması, merkezi hükümetin ve kamu şirketlerinin açıklarının giderek büyümesi ve bu açıkların finansmanında giderek daha fazla Merkez Bankası kaynağı kullanılması, yabancı bankaların yurt içi piyasaya girişinin engellenmesi, yurt dışı yerleşiklerin içerideki finansal işlemlerine ve yurt içi yerleşiklerin de yabancı para varlık tutmasına getirilen kısıtlamalar, vesaire… Türkiye finansal sistemi böyle yoğun bir baskılama altındaydı.”
Yılmaz Akyüz, 1990’da yayımlanan “Financial System and Policies in Turkey in the 1980s “ başlıklı makalesinde, 1980’li yıllardaki reformlardan önceki Türkiye finansal sistemini ve politikalarını bu şekilde tanımlıyordu. Bu metni okurken bugünleri tarif ettiğini düşünen çok çıkar kanaatimce. Yani şaka maka ekonomik durum 1980 öncesine benzemeye başladı. Acaba neden?
Hükümet ekonomi büyüsün, istihdam artsın istiyor. Bundan doğal ne olabilir? Büyüme demek herkese daha fazla aş, daha fazla iş demek. Büyümek için de, istihdam için de yatırım gerek. Yatırım ise kolay değil; öngörülebilir ve istikrarlı bir ekonomi, yatırımcı dostu iş ortamı oluşturmadan yatırımlar artmıyor. Üstelik işin bir de finansman yönü var. Yatırımları finanse etmek için tasarruf gerekiyor. Tasarruf, kazanıp da harcamadığınız para demek. Oysa bizde gelir düşük, harcama arzusu yüksek. Ama bu aşılamayacak bir sorun değil; zira dünyada harcayabileceğinden fazla gelir elde eden, bunları değerlendirmek için yer arayanlar var. Küresel tasarrufların önemli bir kısmı gelişmiş ekonomilerde. Kendi ülkelerindeki getiriler tatmin edici olmayınca sermaye bir miktar risk alıp yüksek getiri için başka ülkelere akabiliyor. Şayet bu sermaye akımlarını doğru yönetir, verimliliği yüksek alanlara yatırırsanız hem borcunuzu ödeyebiliyorsunuz hem de elinizde fazla para kalıyor. Bu arada yatırımlarınızı yapmış, istihdamı artırmış da oluyorsunuz. Bunun için ise küresel sermayenin kendini güvende hissedeceği bir ortamı oluşturmak zorundasınız. Kurumsal yönetim ilkelerine uyacaksınız; şeffaflığı sağlayacaksınız, hesap vermeye açık olacaksınız, oyun başladıktan sonra kural değiştirmeye veya adamına göre muamele etmeye kalkışmayacaksınız. Mülkiyet hakkının güvencede, uluslararası hukukun geçerli olduğu bir düzen gerekiyor. Paranız da istikrarlı olacak.
Türkiye on iki, on üç yıl bu koşulları iyi-kötü sağladı. Bugün “dış mihrak” dediğimiz küresel yatırımcılar da bu performansın hakkını verdi. Türkiye dünyanın geri kalanından net olarak yarım trilyon dolara yakın kaynak sağladı. Büyüme arttı, Türk parasının değeri istikrar kazandı, ortalama refah yükseldi.
Bu politikanın yan etkileri de vardı kuşkusuz. Yabancı sermayeye bağımlı olmak, küresel dalgalanmaların etkisine açık olmak anlamına geliyordu. Cari açık ve kredi büyümesi kontrol altında tutulmazsa ülkenin başına dert açabilirdi. Bu gibi riskleri önlemek için temkinli hareket etmek, yapısal reformlara hız kazandırmak, sermayeyi verimli alanlara yöneltmek, iç barışı ve akılcı dış politikayı sürdürmek gerekiyordu. Ama olmadı.
2013’te Gezi Olaylarıyla başlatabileceğimiz süreç, içeride ve dışarıda sert rüzgarların estiği bir ortamı getirdi. Sonra ardı ardına seçimlerle ve politik krizlerle dolu bir dönem başladı. 2014 yılında iki (yerel ve Cumhurbaşkanlığı), 2015 yılında iki (tekrarlanan milletvekili), 2017’de bir (halk oylaması), 2018’de ikisi bir arada, 2019’da bir olmak üzere beş yılda sekiz seçim yaşadık. 2016’da önce ülkenin seçilmiş başbakanına parti içi darbe yapılarak siyasal istikrar bozuldu, ardından FETÖ Çetesinin hain girişimi geldi.
Şimdi anlaşılan o ki Hükümetin siyasal tercihi farklı. Model olarak bahsettikleri örnekler demokrasinin de özgürlüklerin de hukukun da olmadığı yerler. Keyfî müdahalelerle hareket etmek, ülkeyi aile şirketi modeliyle yönetmek istiyorlar.
En meşhuru faiz-enflasyon ilişkisi konusu olmak üzere ekonomi politikalarını rasyonel akılla değil kendi dogmatik kanaatleriyle şekillendirmek istiyorlar. Bilimin önerileri, olgular, nesnel gerçekler değil zihinlerindeki kurgular kararlarına yön veriyor. Uzun dönemli planlamayı sevmiyorlar, dertleri günü kurtarmak. Kararlarında, “hele şunu halledelim, ileride bakarız” anlayışının izi açıkça görünüyor. Böyle olunca da ehliyet yerine yakınlık, liyakat yerine sadakat önem kazanıyor ve bu tercihlere uygun takımlarla çalışıyorlar. Bu durumda büyüme için gereken kaynağı bulmak da zor oluyor. Oysa ekonomi yönetimi hem keyfî yönetim hem yüksek büyüme istiyor. Hem kekim dursun hem karnım doysun…
Yakın zamana kadar bir ölçüde de olsa direnen Merkez Bankası tam anlamıyla teslim alındığından beri önceleri biraz ürkerek ve deneme-yanılma yoluyla denedikleri finansal mühendislik tasarımlarına son dönemde iyice hız verdiler. Yeni politikanın özü şu; ekonomi yeteri kadar katma değer yaratamıyor, dışarıdan sermaye de gelmiyorsa kendi göbeğimizi kendimiz keselim, büyümeyi Merkez Bankasına finanse ettirelim. Merkez Bankası iç varlıkları son yirmi yılda görülmedik kadar arttı. Bu da yetmezmiş gibi hukuka ve çağdaş merkez bankacılığı ilkelerine aykırı biçimde Bankayı karşılıksız uzun vadeli yatırım kredisi işine sokmaya çalışıyorlar.
Kurguladıkları bu tasarımın işleyebilmesi için yabancıların TL işlem yapmasını önlemek ve yerlilerin elindeki dövizi kontrol altında tutup Merkez Bankasının yedek akçesi gibi kullanmak gerekiyor. Faiz de kur da düşük olsun istiyorsanız ekonomiyi dışa kapatmaktan, bankalar üzerinde baskı kurmaktan başka yol kalmıyor zaten. Yazımızın başında alıntıladığımız paragraftaki durumun sebebi bu. Bütün dünya Covid-19 sonrası değişen koşulları konuşurken bizim ekonomi yönetimi 70 model ekonomiyi dayatma arayışında. İşin acısı, bunlara benzer politikaları 1970’li yılların sonuna kadar her biçimi, her versiyonu ile denemiş olmamız. Anladık; bilimle, ortak akılla, kurumsallıkla pek araları yok ama şu atasözünü de mi bilmezler? Eskiye rağbet olsa bitpazarına nur yağardı…