ET

Son Güncellenme Tarihi: Ağustos 1, 2020 / 06:04

Sembolizmden hoşlanmıyorsanız tüm olan biteni zekice düzenlenmiş bir komedi olarak almanız mümkündür. Sembol yağmuruna aldırmazsanız şayet, modern yaşam tarzının esprili yorumunda yeni derinlikler bulacağınızı garanti ediyorum.
Bir koreograf, bir pilot, bir aşçı ve bir yargıç – dört yakın arkadaş yaşama dair tüm bıkkınlıkları ceplerinde olduğu halde o hafta sonu intihar etmeye karar verirler. Yöntem iyidir. Sahip oldukları tek ideoloji yiyecek ve seks tüketimidir. Dolayısıyla çatlayana kadar et yemek arada kalbi yerinden çıkarana kadar sevişmek sonra tekrar yemek sonra yeniden sevişmek gibi bir intihar yöntemidir, bu. Nasıl olsa bir noktadan sonra bedenimiz pes eder, yüzümüzde tatlı bir gülümseme ile ölürüz diye düşünürler. Ya da öyle zannederiz. Bahsettiğim 1970’li yıllarda, İtalyan yönetmen Ferreri’nin yazdığı/yönettiği “La Grande Bouffe” filmidir. Yapımı üzerinden uzun zaman geçse de insan yaşının ilkbahar, yaz, sonbahar, kış dönümlerinde bir daha izlemesi gereken bir sinema filmi.
Filmde, tokluk hissine rağmen yeniden yemeğe oturmak bir noktadan sonra zorlu hale geldiği için kendilerine yardımcı olsun diye kıt kanaat geçinen bir öğretmen tanıdıklarını ve birkaç hayat kadınını da yanlarına çağırırlar. Hayat kadınları mantıklı davranır, bu saçmalığa ortak olmaktan vazgeçip bir süre sonra ortamı terk ederler. Öğretmen kalır. Pilotun, aşçının, yargıcın ve koreografın acımasız ölüm arayışı yaşamın zevkleri için dolaysız ve katkısız takdirleri göz önüne alındığında daha az rahatsızlık vericidir. Tıpkı yaşamın kendisi gibi, doğrusal bir anlatı yoktur, filmde. Süsleme de yoktur. Et bahçesi, Salvador Dali’yi bile kıskandıracak bir gerçeküstülüğe sahiptir. Ferreri’nin dehası, boş sembolizmle dolu bir beyin egzersizinde değil, yaşamın rahatsız edici bir dilimini gözler önüne koymasında…
Bu sene, adına kurban bayramı dediğimiz bir kültürel birliktelik gününde aklıma gelen bu film oldu. Rahatsızlık duyduğum için sizin de rahatsız olmanızı istedim, sanıyorum. Birliktelikten değil, kurbanlık etten… Kendi kestiği kurbanın etlerini, kendi buzdolabında istifleyen, oradan çekip çekip tüketenin zihnimde yarattığı acı görüntü ile yukarıda andığım sinema filminin bir karesinde yargıcın, bilinen bir seks pozisyonundayken pastırma yemeye devam etmesi arasında bir fark görebilir misiniz? Kesilen kurbanın mutfakta daha küçük parçalara ayrılması sırasında işlemi gerçekleştirenlerin davranışlarına bakın. Sonra bu filmi izleyin. Et tüketiminin dayanılmaz hafifliğini, hani…
Kur’an, ihtiyacı olanın karnını doyur der. Kurban kes demez. Asla demez! Bilirkişilerin, Kur’an’da kurban kesmenin meşru bir durum olduğuna dair deliller var, demesi yeterli midir… Hele ihtiyaç kredisiyle, borçla bir hayvan al, getir dışarı bağla (evinde banyoda kesim günü gelene kadar bakılanını da biliriz), çocukların ona “Kıvırcık”, “Pembe”, “Badem” gibi isimler koysun, sevsin, hemhal olsun sonra da pilav üstünde yedir, demez.
Kurban, kıtlığın bir kalıntısıdır. Bayramsa kıtlıktan kurtuluşun…Doğa olaylarıyla “ıslah” edilmiş insanoğlunun bir hayvanı kurban vekaletinde kültürü yaşatmak adına feda etmesi en hafif söylemiyle anlamsızdır. Kendimizi doğadan ayrı olarak algılamaya devam ediyoruz. Dolayısıyla her canlının bir ruhu olduğunu unuttuk. Bu bayram bir hayvan kesim yerini ziyaret edin, edebilirseniz. Ya da Marco Ferreri’nin kırk küsur yıl önce çektiği “Büyük Tıkınma” filmini izleyebilirsiniz… Tok karınla da olur.

Aytuna Tosunoglu

Ankara’da 1963 yılında doğan Aytuna Tosunoğlu’nun çocukluğu İzmir ve Malatya’da, öğrencilik yılları İstanbul ve Londra’da geçti. 2002 yılına kadar çeşitli çokuluslu şirketlerde çalıştı. “Müseccel Marka”, ilk öyküsünü on altı yaşında yazan Aytuna Tosunoğlu’nun ilk romanı.

Gazete Pencere'yi Google'da Takip Et

Scroll to Top